Yolum sık sık Beyoğlu’na düşüyor ya da ben yolumu Beyoğlu’na düşürmeyi seviyorum. Küçükken babamın elinden tutmuş cadde üzerindeki kiliseleri gezerken “bunun burada ne işi var” dediğim yersiz yapıları, tabela terörünü, muhtelif yerlere kurulmuş “bak işte buradayım” diye bıçağının sivri ucunu doğrultmuş polis barikatlarını saymazsak, Beyoğlu’nun sokaklarında yürürken inanılmaz bir keyif alıyorum. Yani, buraya kadar hepimiz aynı hissediyoruzdur herhalde.
Peki, biz Beyoğlu’nda bulunmayı halihazırda İstanbulluluğun bir pratiği olarak benimsemiş, belki Melisa Kesmez öykülerindeki gibi başlayıp biten aşklara sahne eylemiş, kafamız atınca dostlarımızı çağırıp birkaç birayı su içer gibi kafamıza dikmişken, yağmurdan kaçarken bir anda bir sergiye dalıp günün kalanını unutmuşken, kente dair tam da bu günlük yaşam pratiklerimizi inşaat makineleriyle defaatle elimizden almaya çalışan devlet ne olarak ve ne yüzle karşımıza çıkıp etrafa “Beyoğlu Kültür Yolu Festivali” afişleri asabiliyor? Siz, diye sormak istiyorum, turizm acentelerinde yer alan birkaç fotoğrafla gündelik yaşamımızı satabilin diye ele geçirmediniz mi tüm alışkanlıklarımızı? Neyin kültürü neyin yolu şimdi bu Beyoğlu’nda?
Festivalin genel programına baktığımızda hakikaten “kültür ve sanat” kategorisi altına girebilecek ne varsa listelenmiş; tiyatro, opera, dans, konserler, oturumlar, konuşmalar, buluşmalar, sergiler, ne ararsanız var. Sahi, bunlar hali hazırda Beyoğlu’nda yok muydu zaten siz gelene kadar? Yoksa yeterince metalaşmamış mı görünüyordu gözünüzde, bir seviye daha atlatmak istediniz, “metalaşacaksa onu da biz metalaştırırız” mı dediniz?
Tam bunlar kafamı kurcalarken -ki organizasyon sahibinin Kültür ve Turizm Bakanlığı olduğunu not düşelim- şöyle bir festival web sitesine girip “nasıl tanımlamışlar şu işi” diye bir bakayım dedim. “Bir İstanbul Markası”, “AKM”, “Galataport”, “Taksim Camii Kültür Merkezi”, “yatırımlar ve özel sektör girişimleri”, “kültürel miras” gibi amahtar kelimelerle bezeli bir kamu-özel sektör işbirliğiyle bir ilçenin enkazı üzerine neon ışıklarla Yeni Türkiye’nin niteliksiz tragedyasını oynuyorlarmış meğer.
Hayatımızı ve kaosu yaşayıp, içinde şekillenip şekillendirdiğimiz ve türlü etkileşimlere girdiğimiz kenti markalaştıran global kent zırvaları bir yana; manasız bir inat uğruna yıkılıp üçüncü nesil kahveci bit pazarına ve telekomünikasyon şirketi reklamına dönüşmüş AKM’yi, toplumun olanı toplumdan alıp AVM’leştiren Galataport’u, tüm kente toptan tebliğde bulunmayı gaye edinmiş Taksim Camii’ni öyle bir güzel satmış ki sevgili bakanlığımız, bir süre “E hani bizim Beyoğlu?” diye düşünmekten nefes alamadım (evet biraz abartmak benim de hakkım). Ama taşlar yerine oturdu, kültürel miras demişler ya işte! Koca kenti birilerinden kalmış bir miras olarak gördüklerinden dolayı satmakta da bir beis olmaz diye düşünmüşlerdir haliyle.
İnsanların ihtiyaçlarını çıkar, ilişkilerini network, duygularını akıldışılık olarak tanımlamayı yalnızca ödev bilmeyip bir de herkese kabul ettirmek için tüm gücüyle tahakkümünü bastıran bu neoliberal sistemde, yaşadığımız ve var olduğumuz sokakları yatırım ve girişimleriyle miraslaştırmaya çalışan tüm eylemlere karşı çıkmak gerekiyor. Not almamız gereken birkaç husus var: Beyoğlu yaşayan bir ilçe, İstanbullular henüz yok olmadı ve sokaklarımız kimsenin mirası değil zira kentlerin tapuları yoktur. Yakılan, yıkılan Pera yaşamı bir güzel anı değil, olsa olsa pogromların ve yerinden edilmenin göstergeleridir. Orada kurulan yeni yaşamlar bir sergilenen ganimetler değil, zamanın elle tutulur özneleridir. Yeni AKM, Galataport ve Taksim Camii Kültür Merkezi ise hiçbir zaman İstanbulluluğun bir parçası olmayacak, çünkü AVM’lerin ve ruhsuz kahvecilerin uzun vadede kalıcılığı yoktur.
Beyoğlu’nu kültür yolu olarak satmalarına izin veremeyiz, Beyoğlu vardır, biz orada yürürüz, -ya da o bizi öylesine yürütür.