Sınıfların birbirine sağır olduklarına ve başka türlüsünün imkân haricinde bulunduğuna duyduğum inanç her geçen gün daha da artıyor. Atalarımız zenginin malının züğürdün yalnızca çenesini yoracağı konusunda hikmetli bir deyiş üretmişler, züğürdün aç karnının gurultusunun varsıl beye bir şey ifade etmeyeceği konusundaki diğer bir deyişle de onu ikmal etmişler. Dickens’ın Londra’nın fukara takımını öyle maharetle tasviri gönlü sızlayan birkaç duygusal İngiliz hanımının madeni çocuklardan geçilmeyen kocasını akşamüstü çaylarını içerken dürtüp hayırseverliğe zorlamasından başka ne işe yaradı? Belki o hanımların bacalarını temizlettikleri oğlancıklara -romanda okuduklarının kendilerinde uyandırdığı hislerin şiddetini ne ölçüde koruduğuna bağlı olarak- birkaç şilin fazla ihsan etmelerine. Belki. Filantropinin varıp varacağı nokta. Şimdi ben de benzer türde bir tasvire girişiyorsam ne millette fitresini fazladan vermesini sağlayacak bir yürek sızısı yaratmaya ne hâlini beye paşaya anlatmaya çalışan garibim köy ozanının saffet dolu türküsünü nesir hâlinde ırlamaya çalışıyorum.
Geçen gün sokak komşularından birinin balkonunun demirbaş listesinde olan al bayrağı, resmen ilân edilen yas münasebetiyle, üzerinde asılı olduğu on santimi zar zor mütecaviz plastik sapın ortasına gerilettiğini gördüm. Bayraklar her yerde olduğu gibi bu sıvası dökülmüş, Allah’ına yan bakan -muhtemelen tapulu değil, “tapu tahsil belgeli”- evin balkonunda da yarıya çekilmişti. Bir deprem anında su götürmeyecek şekilde, kontrolünü yitirmiş bir arabanın hızla kendisine toslaması hâlinde ise azımsanmayacak bir ihtimâlle yıkılacak bu evin, o gün geldiğinde sere serpe sokağa yayılmış enkazındaki bu bayrağa birisi rastlarsa millî romantizmini tatmin için bulunmaz bir nimet olarak görüntüsünden istifade edebilir. Belki bir fotoğraf çeker ve bir dergide altına edebiyatımızın unutulmayacak “fotoğraf açıklamaları”ndan biri bile yazılır – tabii ki ünlü kalemler tarafından.
Sınıfların birbirinden hiçbir şey duyamayacağına olan kanaatim işte tam da bu noktada, yani yukarıdaki sahneyi yaşadığımız iki feci depremden sonra pılını pırtısını toplayıp daha sağlam, daha güvenli bir eve geçmiş olmaktan ötürü hissettikleri ‘sorumlu vatandaş’, ‘bilime inanan insan’ olma gururuyla dolu biçimde insanların suratına suratına ‘Evinizi değiştirin!’ diye bağırma yarışına girenlerin oluşturdukları manzara ile yan yana düşündüğümde, iyice berkindi. Bakan’ın çök-kapan-tutun öğrettiği, bir de Ege’ye taşınabilse ya da kafe açabilse dert üstü murat üstü yaşayacak olanın ’99 öncesi yapılmış evlerden acilen çıkılmasını salık verdiği yerde deprem vurmaksızın çökmeye yanaşmış binasındaki Türk bayrağını yarıya çeken bir adam – alınması mümkün olan deprem önlemleri nasıl da değişiklik gösteriyor.
Yaşar Kemâl’in Hösük’ü, Çukurova’ya hastalık yayıldığından bahisle oraya gitmemesi aklını verenlere “Ölüm yokluktan iyi. Sıtma yokluktan iyi. Verem yokluktan iyi.” demişti. Hösük’ün kaderi, Türkiye’nin emekçi çoğunluğu için değişmeksizin devam ediyor. Pandeminin herkesin içine dehşet saldığı ilk zamanlarında “Çıkma! Çıkma!” diyene “Korona yokluktan iyi!” cevabını vererek gizli saklı ekmek parasının ardına düşenler, bugün “sabah çorbacı – akşam meyhaneci” dükkânları andıran biçimde “deprem olmadıkça ev – olunca tabut” kullanışlılığını mükemmelen yansıtan binalarının önünde “Çık! Çık!” diye bağıran tuzu kuru takımını “Deprem yokluktan iyi!” diye başından savıyor.
Türkiye’deki milyonlarca Hösük deprem bahsi geçer geçmez “kader”, “kısmet”, “Allah vermesin”, “buranın temeli sağlam” kelimelerini ezberini tutmaya çalışan hâfız gibi tekrar etmeye koyuluyorsa cehline hükmedip surat asmanın hâlden anlamazlığı, soğukkanlı acımasızlıkların yakın akrabası. O kelimelerin arkasında gizlenen çaresizliği görmeyen göz, “düşmanıdır sâhibinin bâş üzerinde”.