“Yalnızlıktan hoşlanan ya vahşi hayvandır ya da Tanrı.”
“Tuhaf bir duygu içindeyim. Bu dünyada yalnız olmadığımı hissediyorum…” diyor Weronika. Kendine sosyal yaşamda seçmesi gereken kimliği biliyor. Ne yapması gerektiğini, kim olması gerektiğini, kimi sevmesi gerektiğini. Weronika bu dünyada yalnız olmadığını hissediyor ve dünya bir müddet için güzelleşiyor.
Fransa’da gecenin bir vakti “Yalnız hissediyorum.” diyor Véronique. “Sanki yasta gibiyim.” İçinde bir sancı hissediyor, kalbinde bir sızı. Olmadık anlarda gelen yürek yangınlarını hafife almamak lazım. O anlarda Polonya’da yetenekli mi yetenekli bir genç kız, sahnede parıldayan gözlerin önünde son nefesini veriyor.
Kieslowski sinemasının en önemli örneklerinden olan film bizi bariz bir soru işaretiyle karşı karşıya bırakıyor. Yalnız hissetmek istemediğimiz bir dünyada özel olma hevesimiz ne kadar samimi? Bizim yerimize bir adım önden yaşayan, bazen adımlarını izleyerek bazen adımlarını izlemeden hayatta kaldığımız bir ikiz nasıl olurdu? Hatalarımın öznelliğini kimseyle paylaşmak istemiyorum ancak kalbimin derinlerinde yalnız olmadığımı hissetmek aldığım her nefesi anlamlı kılmaya yeterdi.
Altı üstü bir dünya
Weronika ve Véronique biri Polonya’da diğeri Fransa’da yaşayan, hem aynı dış görünüşü hem de iki bambaşka ruhu paylaşan iki kadın. Film bizi şeffaf bir kürenin içinden şekillenmeye başlayan 98 dakikaya zaman kaybetmeden çekiyor. Dünyayı tersten de hisseden iki genç kız benzer görünümleriyle benzer hayatlar yaşıyor. Müziğe dair ilgi ve yetenekleri, aile yapıları gibi detayların izinde gelişen hayatları seçimleriyle bambaşka yollara ilerliyor.
Kalp rahatsızlığı bulunan ve sık sık ailesindeki kadınların aniden öldüğü gerçeğini dile getiren Weronika büyüleyici bir performansın ardından sahnede ölüyor. O andan itibaren dağılan Sovyetler Birliği’nin serinliğinde kokladığımız bir kasvet havasının tüm filme hakim olduğunu gözlemliyoruz. İç burkan klişe bir cenazede edilen vedalar ise yerini tüm sevdiklerinin üzerinden süzülerek başka bir hayatın iç sızısı olmaya giden bir ruhun son süzülüşüne bırakıyor. Weronika sahneden yükselerek Véronique’yi buluyor ve hüznü çakışan iki ruhun buluştuğuna şahit oluyoruz.
Bu andan itibaren tek kişilik bir hayatı iki kişinin yerine yaşıyor Véronique. Ve arka planda özgür iradeye dair insanlığın varoluşundan bu yana süren tartışmaları kafamızın içinde duymaya başlıyoruz. Seçimlerimizde özgür müyüz? Weronika’nın seçmedikleri ya da Véronique’nin seçtikleri mi hayatlarını yönlendiriyor? Yutkunmak gibi bir refleks haline gelen kararlarımızın iki hayatı nasıl etkilediğini izlerken, bugüne kadar yaptığımız ya da yapmadığımız tüm seçimlerin ağırlığı altında ezilmemek elde değil. Weronika olmak da işten değil, Véronique olmak da. Klasiktir ama Şems-î Tebrîzî’nin de dediği gibi: “Nereden biliyorsun hayatının altının üstünden daha iyi olmadığını?”
Kuklanın ölümü
“23 Kasım 1966, hayatlarının en önemli günüydü. O gün sabah saat 3’te ikisi de farklı şehirlerde doğmuştu. İki farklı kıtada. İkisinin de koyu renk saçları, kahverengi-yeşil gözleri vardı. İkisi de iki yaşına girip yürümeye başladığında biri elini ocakta yaktı. Birkaç gün sonra diğeri de elini ocağa uzattı ama tam zamanında geri çekti. Ama kendini yakmak üzere olduğunun farkında değildi.”
Kameralar döndüğünde Véronique’yi bir kukla gösterisi izlerken görüyoruz. Ölümünden sonra kelebek misali havalanan bir kadının hikayesini anlatan gösteri Weronika’nın bu dünyada yerine getirdiği görevin kısa bir anlatısı sadece. Daha büyük bir hikayenin parçası olduğunu ya da olacağını bilmeden gözlerini sahneye diken Véronique ise beklemediğimiz bir anda kuklacı ile göz göze geliyor. Filmin pek çok sahnesinde çoktan anlatılmış bir hikayeyi izliyormuş gibi hissetmemize neden olan kuklacı Alexandre Fabbri esasında çok daha büyük bir hikayenin peşinde koşuyor. Véronique’ye gizemli mektuplar ve ses kayıtları bırakarak yazmaya değer bir hikaye kovalayan yazarın/kuklacının esasında seçimlerimizi kıymetsiz kılan bir Tanrı olgusu ile özdeşleştiğini görüyoruz. Hem aşk ile hayatını alan hem de kuklasını yaparak hayat veren Alexandre, Véronique ile tanıştığı andan itibaren her şeyi bildiğini ima eden tavırlar sergiliyor. Alexandre’ın Véronique için beslediği duygular temiz mi, yoksa hem kadersel hem de seçimsel bir sürecin efendisi gibi hissetmesinin bir çıktısı mı bilemiyoruz.
Sona doğru kader ve seçim karmaşasına gelirsek hikayenin Ying-Yang gibi her ikisini de içinde barındırdığını söyleyebiliriz. Weronika’nın adeta Véronique için hatalı bir hayat oynaması iki seçenekten birini devre dışı bırakarak hayatta kalan karakteri güçlü kılıyor. Ancak tekrar özgür irade noktasından bakacak olursak Weronika’nın seçimlerinin tam olarak seçim mi, yoksa sadece hayatın rastlantısallığında bir denk geliş mi olduğuna emin olamıyoruz. Filmin sonunda, farkında olmadan bir meydanda Weronika’nın fotoğrafını çektiğini fark eden Véronique’nin gözyaşları hepimizin kişisel hayatında sırtlandığı bir ağırlığı gözler önüne seriyor. Başkalarının bizim uğrumuza yaptığı seçimlerin dayanılmaz ağırlığı. Ve hem edilmiş hem de edilmemiş vedaların aslında hüzün ile uzaktan yakından alakası olmadığının bir kanıtı. Nihayetinde her veda bir sonraki kavuşmaya giden yolun başlangıcıdır.