Türkiye’deki mimarlık camiasının uzun zamandır açamadığı tartışmaları ortaya koyan Norveç dizisi Arkitekten 4 bölümden oluşan bir mini dizi. Geleceğin(?) Oslo’sunda yaşayan ‘stajer’ mimar Julie ana karakterimiz. Uzun süredir çalıştığı ofiste unvanının mimara değişmesini beklerken eski sevgilisi taze ‘yıldız mimar’ Marcus’un ofise transfer edilmesi Julie’nin planlarını bozuyor. Stajer maaşıyla şehirde bir daire bulamayan Julie bir otoparkta perdelerle çevrili bir boşluk kiralıyor.
Dizi merkezine mimarlık endüstrisini ve karakterler arasındaki ilişkileri alıyor gibi görünse de bundan farklı konulara da değiniyor. Şehirlerde artan evsizlik, yeni yetişkin olmuş bireylerin yaşadığı ekonomik zorluklar, neoliberal kentleşme pratikleri bunlardan bazıları. Dizide yaşanan olaylar her ne kadar Oslo’da geçiyor olsa da, bu bilgi bize verilmese bunu fark edemeyiz. Mimarlığı ele alan bir dizinin geçtiği şehrin panoramalarından uzak, tekil mekanlarda çekilmesi de bilinçli bir hamle olmuş. Tam anlamıyla ‘aşırı’ tasarlanmış evsiz karşıtı bankların süslediği sokakları izlerken kendinizi Oslo’da değil; İskandinav soğukluğundan nemalanmış, ileri teknolojiye sahip bir evrende buluyorsunuz. Bu da dizinin edindiği dertlerin sadece Oslo’da yaşanmadığının altını çiziyor.
Teknolojinin bu evrende nasıl yer bulduğu da bahse değer. Dizinin çoğu eleştirisi gelecek kurgusunu teknoloji üzerinden oluştursa da, Arkitekten’deki teknoloji zamandan ziyade sınıfa işaret ediyor. Dizi boyunca günümüz dünyasında bir insanın yaptığı işleri makinelerin yapışını izliyoruz: bir banka memurunun yerini otomatik bir banttan konuşan sesli asistanın alması, ya da Julie’nin annesinin ona yolladığı doğum günü hediyesini bir postacı yerine bir drone’un teslim etmesi gibi. Altını çizmek istediğim yer, bu aletlerin günümüzde de var olması. Yani mesele, fütüristik bir geleceğin tasvirinden ziyade, halka sunulmuş çoğu hizmet sektörünün makineleşmesi ile ilgili. Bunun tam karşısında ise üst sınıfın insana dair/analog her şeyi fetişize etmesi yer alıyor: Julie’nin ofisteki misafirlere hazırladığı kahveyi makinede değil de demleme yöntemiyle hazırlaması, ya da Kaja’nın lüks bir giyim mağazasında ‘vitrin mankenliği’ yapması gibi.
Dizinin mimarlık endüstrisi eleştirisinin absürt ve distopik bir ‘şerbetle’ sunulduğunu izliyoruz. Türkiye’de eğitim gören bir mimarlık öğrencisi olarak tek görebildiğim ise Türkiye zaten bu acı şerbete çoktan bulanmış. Genç mimarların sektörde işe alınmakta çektikleri zorluklar ve ‘stajer’ adı altında asgari yaşam standardı altında ücretlendirilmiş çalışan alımı ülkemizin bir gerçeği. Hatta yeni başlayan mimarlar için ‘deneyim’ adı altında iş fırsatının ‘lütfedilerek’ öğle yemeği ücretinin bile verilmediğini işitiyorum. Bahane ise belli, Katharina’nın da dediği gibi; “Cam çok pahalı.” Hiyerarşinin en alttakini umursamadan ezmeye devam ettiği yaratıcı sektörler için hak ettiğiniz ekonomik güvenliğe sahip olmak, kumda iğne aramak gibi. Bu güvenceye eriştiğinizde de hayatınızda başka bir değişiklik yapmaya yeltenemediğiniz bir noktaya sürükleniyorsunuz.
Uluslararası kolektif diskurdan uzak, ülkemizin yıldız mimarları bu diziyi izlediğinde ne düşünecek çok merak ediyorum. Evsiz babası için üç kollu bankın ortasındaki kolu keserken Kaja’nın yaptığının bir suç olduğunu düşünecekler mi? Julie’nin hayatta kalabilmek için sevdiği insanları evsiz bırakmak zorunda olduğunu anladığı anla empati kurabilecekler mi? Yoksa eleştirinin bir parçası değillermiş gibi, diziyi çok beğenip tavsiye mi edecekler?