Neyin nerede ve hangi şekilde söylenmesi gerektiğine dair asgarî terbiye ve içgörüden mahrum birtakım insanlar vardır, ağızlarını geleni, geldiği gibi, çam mı devirdiklerine yoksa zülfüyare mi dokunduklarına aldırış etmeksizin söyler, azıcık alınganlık gösterecek olursanız da kendilerine bahşedilmiş bir erdem olan bu dobralığı takdir edemediğinize gönül koyarlar. Ama onların bile ara ara insafa geldikleri, çiğ süt emmedikleri için içlerinden gelen bir sesin laflarını ağızlarına tıkamayı başardığı olur. Sosyal medya kullanıcılarının hatırı sayılır bir kısmında artık buna bile rastlamıyoruz.
Bir kere, anlaşılan o ki, bu kullanıcıların önemli bir kısmı acımasızlığın “havalı” olduğuna dair son derece fasit bir kabulü beyin kıvrımlarının arasına özenle yerleştirmiş durumda. “Duyar-yapma-cılık” akımının haddinden fazla büyüdüğü hâlde zıddına dönmeyişi sonucu neresinden tutsanız trajedi olarak kalmaya devam edecek olaylar karşısında en insanî tepkiyi göstermek de duyardan sayılıyor. “Duygusal yatırım” çağında insanın kendisini doğrudan ilgilendirmeyen bir trajediye karşı vicdanının hâlâ yerinde olduğunu gösteren herhangi bir eyleme girişmesi bir tür sermaye ziyanı sayılıyor olsa gerek.
Bunun sonu geçinemediğini söyleyen emekliye “Aç kal da geber” ve sınıf ya da sokak arkadaşlarından işittiği hakaretlerden sızlanan Suriyeli el kadar bir sabiye “Boğul da karaya vur” demek oluyor. Saldırganlık hissinin tatmininden başka “Bakın ne kadar umursamazım, insan hayatı bile umurumda değil” avurt-zavurtunu içeren bu güya efece, hakikatte sürüngence tavır nasılsa sahibinin “politik duruş sahibi” olduğu gibi akıllara ziyan bir çıkarıma da yol açıyor. İdeal durumda dört, genelde ise beş veya daha fazla sene kafe kafe sürtüp arada okula uğrayarak edindiği diploma ve hiçbir ciddi mesele hakkında konuşmasına yetmeyeceği hâlde CV’sine işlediği ve artık Esperanto hükmünde olan kırık Amerikanca bilgisi sayesinde kendisinin Türkiye’nin aydınlık yüzü ve emekli kitlesinin tümünün de “Heğhöğaağ” gibi neandertal-vari seslerle iletişim kurup üstüne reisicumhurun suretinin nakşı işlenmiş kefenlerle gezen oksijen tüketicileri olduğu varsayımıyla sarf ettiği yaşlı-karşıtı sözler muhalifliğinin delili; kendisini daha bebeyken burada bulmuş bir kızcağızın yaşadığı ayrımcılığın üzerine “mizah” maskesini takınarak ürettiği bayat espriler ile o kadarına bile tenezzül buyurmayıp karaya vurmuş ölü bedenler görmek istediğine dair açıklamaları da “hükûmetin sığınmacı politikasına karşıt olduğu”nun göstergesi hükmüne giriyor. Oysa her ikisi de sinyallenmeden söylenebilecek ölçüde açık şeyler. İlk için tek kelimelik bir cümle –“muhalifim”, ikincisi için ise biraz daha çok kelime içermekle beraber anadili Türkçe olan herkesin kotarabileceği ölçüde basit bir tümce –“iktidarın filanca politikasını onaylamıyorum”- kafi. Şu veya bu konuda yapılacak vahşice bir yorum politik karından konuşmanın en “gürültülü” örneği.
Sosyal medya personalarının etkileşim hazzı tarafından daimî biçimde yontulan dijital mahlukat meyanında olduğu düşünülürse her gün maruz kaldığımız bu “havalı” acımasız nutukların da kendini yalnızca beğenilerin kızıllığı ile yeniden gönderimlerin yeşilimsi tonunda gösteren bir talebin karşılığı olduğu da ortaya çıkıyor. Falancanın başına yediği coptan, berikinin üstüne püskürtülen tazyikli sudan, emeklinin sızlanması, Şamlı çocuğun ağlamasından lezzet alan bu patetik ve doğrusu patolojik zulüm alkışçılığı ve merhametsizlik hayranlığının ardında medyanın “sosyal” sıfatıyla anılanın da sokakta hiçbir zaman edemeyeceğimiz ölçüde densizlik irtikap edebileceğimiz varsayımının bizi bir “günah gecesi” meşruiyetine götüren lanetli cazibesi yatıyor.
Oysa gün gibi aşikâr: Acımasızlıkta imrenilesi bir taraf yok ve bir zırh gibi büründüğü alternatif kişiliğinin etkisiyle ağlanması gerekene ağlayamaz hâle gelmiş olan birisi yalnızca iflâh olmasına ilişkin cılız bir ümitle kendisine çevireceğimiz acıyan bakışları hak ediyor.