Burada yazdığım önceki yazının başlığı, yine bir Bulutsuzluk Özlemi şarkısı olan Hezarfen Ahmet Çelebi’nin “Düşündükçe içim sızlar” sözünden ilham alıyordu. Seçim süreci ilerledikçe Bulutsuzluk Özlemi’nden öğrendiğim cümlelerin ve sloganların ne kadar kıymetli olduğunu daha iyi idrak ediyorum. Çünkü, şu an demokrasinin zerresi kalmamış olan bir ortamda acil ihtiyacımız demokrasi.
Hiç kuşku yok ki geldiğimiz noktada kendimizi olmasa bile bizi temsil eden, oy verdiğimiz ve arkasında durduğumuz partileri sorumlu tutmak hakkımız. 2015 yılındaki kaotik süreçten günümüze kadar Erdoğan’ın AKP’nin de üzerinde bir figüre dönüşüp aslında tamamen siyasallaşan ve bu anlamda Türkiye’de belki de ilk örnek olan Cumhurbaşkanı olması ama kendi taraftarları ve partisi tarafından yaratılan algılara göre siyaset üstü bir Cumhurbaşkanı olması, muhalefetin önemli bir kısmını bu söylem karşısında uzun süre etkisiz kıldı. 2017’deki referandum ile fiili durum Anayasamıza da eklemlenince zaten aksak biçimde yürüyen demokrasi olgusu iyice sandığa hapsoldu. Geldiğimiz noktada AKP’li milletvekilleri ‘üç dönem’ kuralına uymak durumunda kalıp milletvekili adayı olamazken Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendi hükümetlerinin değiştirdiği Anayasa’ya dahi uymadığı halde Cumhurbaşkanı adayı olabiliyor. Burada en büyük sorun belki de bu adaylık gibi görünse de esas mesele bunun karşısında Anayasal haklarını aramaya çalışan muhalefetin, maalesef haklı olarak, cılız kalması. Haklı bulmam şimdiye ait çünkü halihazırda YSK’nın Erdoğan’ın adaylığını uygun bulmama ihtimalini sadece muhalefet temsilcileri değil, kabul edelim ki hiçbirimiz düşünmedik. Ama Anayasal haklarımızı arama konusundaki bu özgüvensizliğimiz bile içine düştüğümüz demokrasi ve hukuk açlığının derinliğini gösteriyor. Sadece tarihe not düşülmesi için edilen itirazların dışında, ortada nitelikli bir tepki bile yok. Kaldı ki, ben bu kadar siyasallaşmış bir Cumhurbaşkanlığı makamı için belirli bir dönem kuralına gerek var mı ona da emin değilim. Zira şimdiki Cumhurbaşkanlığı, yetkileri genişletilmiş bir Başbakanlık mertebesinden çok da farklı değil. Başbakanlık ortadan kalktı diyoruz ama esasen Cumhurbaşkanlığı ortadan kalktı. Ortada yürütme erkine sahip olan ama her nasılsa siyaset üstü görülen, zoraki bir ortak değer atfedilen bir Cumhurbaşkanlığı makamı var.
2015’ten günümüze kadar sekiz yıl sayıyoruz. Sekiz yıl boyunca etkisi her geçen gün yoğunlaşan bir siyasi iklimden bahsediyoruz. Bu sürecin büyük bir kısmı, sanki hükümetimiz devletmiş ve iç ve dış politikada asla yanlış davranamazmış gibi her türlü tutum “Devletimizin yanındayız” mottosu ile meşrulaştırıldı. En son deprem dönemindeki bezginliğimiz olmasa hiçbirimiz çıkıp “Eeee yeter be! Devlet ve hükümet aynı şey değildir” tepkisini bile gösteremedik. Hükümetin yalnızca bizi temsil etmesi gereken bir olgu olduğunu unutup hatrı sayılır bir süre boyunca uyguladığı tutumların peşine takılmamızı dayatmasına sesimizi çıkarmadık. Tabii ki bunu yapanlar oldu ama hem korku ikliminin daha güçlü olduğu hem de haklarını güçlü biçimde arayan insanların sayısının daha az olduğu dönemde bu insanların kriminalize edilmesi çok da zor olmadı. Daha iki yıl önce Boğaziçi Üniversitesi meselesinde muhalefetten, ya da belki sözde muhalefetten, bazı isimlerin oradaki öğrencileri nasıl yalnızlaştırdığını çok iyi biliyoruz. Bazılarına göre LGBTİ+ savunmaları, bazılarına göre “mukaddes değerlere saldırmaları”, kimilerine göre ise yalnızca siyaseten bizden farklı düşünen akademisyenlere sahip olmaları Boğaziçi’ndeki öğrencilerin ve hocaların hak arayışına mesafeli olmamız için bir gerekçeydi. Boğaziçi bir örnek. Sekiz yılda yüzlercesini sayarım. Ancak, Ergenekon ve Balyoz’da yargılanan askerlerin, akademisyenlerin, gazetecilerin de Gezi’de şiddet görüp canından olan gencecik insanların da adı hükümet tarafından konulmuş soyut bir suçlama ile paket halinde görevlerinden uzaklaştırılan akademisyenlerin de; kısacası bu hükümet döneminde bu tür süreçlerle yüzleşmiş olan herkesin ihtiyacı olan şey adilce yargılanmaktı. Adalet ve demokrasinin tesis edildiği bir ortamda kimsenin yargılanmasında sorun yok. Hukuk doğru işliyorsa zaten mesele yok. Ancak, bizim hafızamızda kayyum rektörleri protesto ettiği için ev hapsine maruz kalan gencecik üniversite öğrencileri kaldı.
Bugün itibariyle Türkiye’nin belki de en kritik seçimine 12 Nisan 2023 itibarıyla yalnızca 32 gün kalmışken, hafızaya her şeyden çok ihtiyacımız var. Ben bu yazıda aklıma gelenleri hatırlatabiliyorum ama benim de hafızamdan çıkmış pek çok şey olabilir. Hepimizin çok taze ve acı hatırası olan 6 Şubat depremi ve sonrasındaki süreç çok tazeyken önceliğini yurttaşının refahına ve sağlığına verecek olan bir yönetim talep etmek hepimizin hakkı. Bugün yaşadığımız memlekette en kadim yardım kuruluşlarından biri, sırf yönetiminin çektiği tepkiden dolayı kan bağışı dahi alamıyor. Maddi yardımı geçtim, Kızılay’a öfkesinden dolayı kan bile vermek istemeyen çok sayıda insan var. Bu tepkiyi gösterecek kadar öfkelenecek şeyler yaşamayı hiçbirimiz hak etmedik. Bugün liyakat, adalet ve demokrasi hepimiz için maalesef lüks niteliğinde. Ancak, buna rağmen yaklaşan seçime, listelere ve adaylara yönelik tartışmalarımız demokrasinin kusursuz işlediği bir ortamda gerçekleştiriliyormuş gibi. Kimsenin iradesine, fikrine ve düşüncesine saygısızlık etmek istemem. Ancak, buraya kadar bizler parti kurmayıp aday olmadıysak, listeler oluşturmadıysak ve var olan alternatiflerin dışında bir seçenek yaratamadıysak artık yalnızca bize verilen demokratik hakkımızı sandıkta arama sorumluluğuna sığınmak zorundayız. Evet, bu sıkışmışlık beni de çok yoruyor. Ancak, bugünkü öncelikli meselemiz demokrasiyi lüks olmaktan çıkarmak ve daha taze bir siyasi iklimde demokrasinin alanını yeniden genişletmek için mücadele etmek.
Kendisinden alıntı yapmayı alışkanlık haline getirdim ama Nejat Ağabey de bu kadar güzel cümleler kurmasaymış:
“Çelişkiler keskinleşsin diye,
Böyle mi geçsin ömrüm?
Acil demokrasi! (Aaacil, Aaacil)”