Geçenlerde bir akşam iş çıkışı Kadıköy’den Kabataş’a geçmek üzere vapura bindim. Yazdan kışa geçişi henüz kabullenememiş bünyem, iş çıkışımı takip eden saatlerde hızla kararan havanın ilk kez farkına varmıştı. Zira o an bindiğim vapurun kalkış saatinin gelmesini beklerken şehrin gömüldüğü karanlığı daha derinden hissetmiş, kıyıdaki gece ışıklarıyla bu karanlığın pekişmesini fark etmiştim.
Ne yalan söyleyeyim ben bir gündüz insanıyım, her şeyi gündüz gözüyle görmeyi severim. Ancak o vapur yolculuğunun başlangıcında kapıldığım bu kısa süreli farkındalık beni bir müddet de olsa bir nevi büyülenme hissine doğru sürüklemişti. İnsan kalabalıktan bir an olsun sıyrılınca etrafına daha alıcı gözlerle bakabiliyor herhalde. Ancak yolculuğun takriben yarısına eriştiğimde gördüğüm o aslında alışıldık manzara, belki de o anki artmış farkındalığımdan ötürü, normalde olduğundan daha da eğreti geldi gözüme.
Eğreti dediğime bakmayın, bu yapı öyle basit bir yapı değil. Bilakis, eşsiz bir yapı. Hatta eşsiz olmasını vurgulamak istiyorum, çünkü gerçekten bu yapının eşi benzeri yok ve olması mümkün de değil. Belki böyle söyleyince hangi yapıdan bahsetmek istediğim anlaşılmıştır. Anlaşılmadıysa daha belirgin bir ipucu vereyim: Bu, dünya üzerinde iki kıtayı birbirine bağlayan ilk yapı. Boğaz hattı boyunca ilerlerseniz kendisinden 15 yıl sonra şehrin biraz daha kuzeyine yerleştirilmiş ikamesini ve daha da kuzeyde şehirle vedalaştıktan sonra tartışmalı alternatifini görebileceğiniz, İstanbul’un iki yakasını ilk kez bir araya getiren Boğaziçi Köprüsü’nden bahsediyorum.
Köprü, iki kıtayı bir araya bağlayan harikulade bir konumda, İstanbul Boğazı gibi görenleri hayran bırakan bir manzarada yer alıyor. Böyle düşünmek bile kulakta estetik bir çağrışım yapıyor: Çok güzel olmalı!
Buraya kadar her şey güzelken, tam da bu noktada karar vericilerimizle kentlerimizin dokusu arasındaki sonsuz savaş giriyor devreye. Bir de bakıyorsunuz bu adıyla müsemma eser kalitesiz neon ışıklarla süslenerek elektrikçi vitrinine dönüştürülmüş. Neyse ki boğaz hattının kıyıları bir avuç oligarka peşkeş çekilmiş durumda da bu hüzün verici manzarayı ancak vapurdan falan görebiliyoruz (bu başka bir yazının ve başka bir nefretin konusu).
Ancak benim bu kadar dertlenmem yalnızca bir köprü manzarasını beğenmememin sonucu değil elbette. Derdimin sebebini daha iyi aktarmak için bu köprü manzarasının bir estetik tercihten ziyade politik tercih ürünü, yahut sonucu, olduğunu söylemem faydalı olabilir. Nitekim ben bu köprünün çirkin olduğunu değil kitsch olduğunu, yani hiçbir estetik değere sahip olmayan bir beğeni ürünü olduğunu savunuyorum. Bunun bana görece keyifli bir akşamda, vapur yolculuğu esnasında dert teşkil etmesinin sebebi de kitschleştirme çabasının kadim şehir İstanbul’un dört bir yanına yayılarak onu kimliksizleştirilmiş yoz bir şehir haline getirme tehlikesi (“Tehlike” geleceğe dönük bir sözcük olduğundan fazla iyimser kalmış olabilir, bakacağız.).
Kimliksizleştirilmiş yoz bir şehir ifadesiyle işaret ettiğim nokta asla “Abi Beyoğlu bitti, İstiklal 2000’lerin başında güzeldi, İstanbullu kalmayınca İstanbul da bozdu” minvalinde burjuvazi-nostaljik bir avuntudan ibaret değil. Burada tartışmaya açmak istediğim, Constantinus’tan beri ilmek ilmek işlenen bir şehrin kimliğine kasteden hayli politik de-estetize etme süreci.
Bu sürecin izlerini -ya da sonuçlarını- evime oldukça yakın Halaskargazi Caddesi’nde, Tatavla semtinde ya da birkaç yüz metre daha ötede Taksim’in göbeğinde dahi neredeyse her gün görüyorum. Yakın zamana kadar pek çok ulusun barındığı, hatta azınlık değil çoğunluk olduğu bu muhitler mimari çeşitlilik açısından da haliyle oldukça zengin. Muhitin ev sahiplerinin yok edilmesinden sonra gelişen süreçte ortaya çıkansa 100 yıldan fazladır ayakta duran yapılara eklenen cam dış yapılı çıkma katlar. Bu da ortaya çeşitliliğini öğüterek tek tipleşmiş ve ucube denebilecek kadar kimliksiz bir şehir dokusu çıkarıyor. Hatta şehrin en önemli kamusal mekanlarından Taksim Meydanı’nı tüm görkemiyle süslemesi gerekirken önü ıslak hamburgercilerce zaptedilen, yetmezmiş gibi karşısına nazire niyetine Taksim Camii dikilen Aya Triada Kilisesi de bu tek tipleştirmenin bir parçası. Verdiği mesaj da oldukça net: Siz buradaydınız, ama artık burası bize ait. İstediğimiz gibi çirkinleştirebiliriz!
Belki de diyeceksiniz ki bunlar senin kişisel zevkinle ilgili, bu kadar yaygara koparmanın gereği var mı? Hatta kim bilir bazılarınız Taksim Camii’nin mimarisini beğeniyor olabilir. Dolayısıyla bu noktada bir açıklama gerektiğine inanıyorum. Benim çirkin bulduğum bunca eser ve yapının bir bütün olarak politik çaba göstergesi olmasının sebebi çirkinleştirme çabası ürünü olmaları değil. Yani bu eserler ne idüğü belirsiz yapıları şehrin göbeğine yerleştirme amacıyla ortaya çıkmış değiller. Bu ucubeler geçidi, İstanbul’u kimliksizleştirme ve kirli geçmişinden koparma politikasının şehrin çehresine yansımış hali. Şehri benliğinin her türlü parçasından özenle arındırdığınızda da geriye kalan, kaçınılmaz şekilde, devasa bir açık hava kitsch müzesi. Bu müze de çirkin olduğu için kimliksiz değil, kimliksiz olduğu için çirkin.
Peki bütün bunların köprünün kırmızıdan maviye değişen bir renk skalasında neon ışıklarla aydınlatılmasıyla ne gibi bir bağlantısı var? Bağlantı şurada: Bu şehrin bir mimari kimliği vardı ve Ermeni, Rum mimarileri bu kimliğin önemli bir payesini oluşturuyordu. Bu unsurlar reddedildiğinde elimizde ruhsuz, sönük yapılar kaldı. Boğaziçi Köprüsü bunun ne ilk ne de son örneği, ama şehrin en simge noktasına asılmış güzel ve yerinde bir nişanesi.