Hem Türkiye’de hem ABD’de siyasete dair gözlemlediğim ortak bir örüntü mevcut: Sivil bireylerin siyasi eleştirileri büyük çoğunlukla vergi olgusu etrafında şekilleniyor. Siyasi iktidara muhalefetten bütünsel bir devlet eleştirisine kadar yapılan itirazların merkezinde bu bireylerin vergi ödüyor olması bulunuyor. Sadece sıradan kişilerin değil, siyaset bilimcilerin dahi dilinden düşmeyen bir kavram vergi. Görünüşe göre vergi ödemiş olmak bireyi bu tarz eleştiriler yapmaya muktedir kılıyor. Bu yazıda siyasi iktidarları ya da kurumları vergi temelli eleştirmenin neden demokratik olmadığından bahsedeceğim. Bunu yaparken de vergi mükellefinin kendini hak sahibi hissetmesinin arka planında yatan kapitalist değer setinden ve yarattığı müşteri/iş veren illüzyonundan örnekler sunacağım.
Öncelikle, vergi karşıtı olmakla siyasi eleştiri hakkını vergi ödeme olgusuna dayandırmak arasında fark var. Ben bu yazıda ikinci durumu ele alacağım. İlk durumun en bariz örneği klasik liberal eleştiri: “Ben para kazanmak için çok fazla çalışıyorum, üstüne bir de kazandığım paranın bir kısmını kendi hür iradem dışında devlete ödemek zorunda kalıyorum. Devletten gelecek hiçbir hizmeti istemiyorum, karşılığında da onlar benden para istemeyi bıraksın”. Bu eleştiri aslında bir kamuculuk eleştirisi. Özel şahısların kendi ekonomik kararlarını tam özerklikle alabilmesini önceleyen bir pozisyondan filizleniyor. Bu eleştiriyle ilgili çok fazla şey yazıldı, daha bir o kadar da yazılır çünkü vergi siyasetin eskimeyen tartışma alanlarından biri. Özellikle ABD’de bireyin en büyük paranoyası cebinden çalınan vergilerle alakalı. Fakat dediğim gibi ben bu yazıda vergi ödememek isteyenleri değil, vergi ödediği için karar almayı kendine hak görenleri ele alacağım. Yukarıdaki liberal eleştirinin bu ikinci duruma daha yakın bir versiyonu da bulunmakta: “Ben çalışıp kazandığım paranın hiç gitmeyeceğim yerlerdeki altyapı çalışmalarına, hiç tanımadığım insanların sağlık ve eğitim masraflarına, benim kadar çok çalışmayıp fakir kalmış insanların gıda ve barınma yardımlarına harcanmasını istemiyorum”. Bu itiraz hem vergi ödemenin kendisine hem de ödenen vergilerin nasıl harcandığına yöneltilmiş olarak kabul edilebilir. Buralar oldukça ilginç tartışma alanları, fakat ben başka bir şeye odaklanmak istiyorum. Vergi ödüyor olma hali bireylerin kendini eleştiriye muktedir hissetmesine neden olan bir toplumsal fenomen. Benim gözlemlediğim kadarıyla bu fenomen iki farklı şekilde tezahür ediyor: müşteri modeli ve iş veren modeli.
Müşteri modeli şu: “Ben bu devletten ödediğim para (vergi) karşılığında hizmet alıyorum. Eğer bu hizmetten memnun değilsem itiraz hakkım mevcut”. Birkaç örnekle bunu açıklamaya çalışayım. Mesela yaşadığınız ülkede deprem oluyor ve görüyorsunuz ki devlet tarafından sunulan önleyici tedbirler ve iyileştirici girişimler yeterli olmanın çok uzağında. Siz hemen ödediğiniz deprem vergilerinin nereye gittiğini soruyorsunuz. Çünkü sizin gözünüzde o deprem vergisini ödemek aslında ticari bir alışverişti. Siz devlete sizi deprem gibi doğal afetler karşısında mağdur etmemesi için para ödediniz. Karşılığında aldığınız hizmet yeterince iyi değilse devlet bu alışverişin satıcısı olarak görevini yerine getirememiş oluyor. Bu durumda size hem devleti siyasi bir kurum genelinde, hem de o devleti yöneten siyasi iktidar özelinde sorgulama ve eleştirme hakkı doğmuş oluyor. Bir diğer örnekte ise siz devletten vergilerinizle koruma hizmeti satın alıyorsunuz. Bu vergilerle polislerin maaşları ve lojistik ihtiyaçları karşılansın ki yarın öbür gün malınıza ya da canınıza kastedildiğinde sizi başarılı bir şekilde koruyabilsinler istiyorsunuz. Ama durum o ki polis teşkilatı bu personel ve teknolojik kaynaklarını sizi gözetlemeye, baskılamaya ve tehdit altında hissettirmeye harcıyor. Yani bir başka deyişle devlet size sattığı güvende hissetme hizmetini sağlamakta başarısız oluyor. Yine bu noktada da devletin müşterisi olarak sonuna kadar sesinizi çıkarma hakkına sahipsiniz.
Bu model problemli çünkü bir ülkedeki devletle vatandaş arasındaki ilişkiyi marketteki satıcıyla alıcı arasındaki ilişkiden farklı kılan önemli unsurlar mevcut. Öncelikle devletin siyasi tahakküm, fiziksel güç kullanma ve kural belirleme haklarını tekelinde bulundurduğunu hatırlatmakta fayda var. Dolayısıyla siz bu alışverişten memnun değilseniz bile başka bir seçeneğiniz yok. Eğer vergi ödemeyi hizmet satın almaya indirgerseniz çözümsüz bir problemle kalakalıyorsunuz. Ne yapacaksınız, tek hizmet sağlayıcınızı piyasadan mı sileceksiniz? Bir diğer fark ise siz vatandaş olarak devletin tamamen dışında var olan ve onunla dışarıdan finansal yollarla etkileşen bir olgu değilsiniz. Demokrasinin gereği olarak siz aslında devletin aldığı her kararın, attığı her adımın bir parçasısınız. Oysaki piyasadaki hiçbir müşterinin hiçbir hizmet sağlayıcının şirket dinamiklerinde söz hakkı yoktur. Dolayısıyla devlet sizin parasını basıp hizmetini satın aldığınız bir kurumdan çok farklıdır.
İşveren modeli ise şu: “Devletin her kurumuna ve o kurumlardaki her çalışana parasını ben vergilerimle ödüyorum, bu yüzden karar mercii benim ve her türlü söz hakkına sahibim”. Bu modele de birkaç örnek verelim. Diyelim ki oy verdiğiniz muhalefet partisi mecliste yeterince büyük bir gruba sahip değil. Ne yaparlarsa yapsınlar iktidar grubu her yasayı meclisten geçirecek çoğunluğa sahip. Böyle bir ortamda sizin oy verdiğiniz parti bir sansür yasası oylamasını boykot ediyor. Siz ise bu partinin liderine “Gidip paşa paşa ret oyunuzu kullanacaksınız, sonuç değişmese bile en azından beni temsil edeceksiniz çünkü siz milletvekilisiniz ve maaşınızı ben millet olarak vergilerimle ödüyorum” diyorsunuz. Yani bu muhalefet milletvekilleri, devletten maaş alan kişiler olarak, aslında sizin çalışanınız ve sizin onların işleri gereği ne yapacağını belirlemeye hakkınız var. Bir diğer örnekte ise gittiğiniz herhangi bir devlet dairesinde memurların sizin istediğiniz verimlilik düzeyinde çalışmadığını görüyorsunuz. Onların maaşı sizin cebinizden çıktığı için sizin onlara hangi işi nasıl yapacaklarını ve bir işi ne kadar sürede bitireceklerini söyleme hakkınız var.
Bu model de yine devlet-vatandaş ve iş veren-çalışan ilişkileri arasındaki farklar nedeniyle problemli. Öncelikle, siz birey olarak karar alabilecek düzeyde büyük bir iş veren asla olamazsınız – olsanız olsanız küçücük bir ortaksınızdır. Eğer demokratik vatandaşlık hakkınızı vergi temelinde şekillendirerek bir milletvekiline “Maaşını ben ödüyorum, o yüzden meclise git ve senden yapmanı beklediğim işi yap” derseniz o da size dönüp “İşte benim maaşım için ödediğin yıllık 0,00000000000087216 liran, şimdi beni sal” deme hakkına sahip olur. Halbuki demokrasilerde böyle para temelli bir çıkış kapısının olmaması gerekir. Bir diğer fark ise yine içinde bulunduğunuz alternatifsizlikten kaynaklanıyor. Devlet sizin basitçe işten çıkarabileceğiniz bir yapı değil. Ayrıca, gerçek bir iş veren gibi istediğiniz vakit tası tarağı satıp işletmeyi kapatıp çekilemezsiniz. Dolayısıyla devlet sizin parasını basıp çalıştırdığınız bir çalışandan da çok farklıdır.
Peki bu devleti ve onu yönetenleri eleştirilmez mi kılar? Tabii ki hayır! Tam aksine, bana sorarsanız vergi etrafında şekillenen finansal temelli meşruiyet girişimleri sizin demokratik bir ülkenin vatandaşı olarak sahip olduğunuz eleştiri hakkınızı zayıflatmaktan başka bir işe yaramaz. Devlete ve onu yönetenlere dair eleştirilecek veya değiştirilecek bir şey varsa bunu yapmak sonuna kadar hakkınız. Parası neyse verdiğinizden değil, vatandaş olarak parçası olduğunuz toplum sözleşmesinin size tanıdığı demokratik öznelik ve siyasi haklar sayesinde. Hiçbir şey demokratik olarak ilerlemediğinde bile sizin siyasi özneliğinizi sokaklarda eyleme geçirdiğiniz mücadele biçimleri vergi kaynaklı eleştirilerinizden her zaman daha fazla dönüştürücü etkiye sahip olacaktır. Dönün de İran’a bakın: Hiç kimse çıkıp da “Bu ahlak polisinin maaşını ben ödüyorum, kadınlara bu zulmü yapmalarına izin vermiyorum” ya da “Bu şeriat düzeni böyle gitmez, biz iyisi mi vergi ödemeyi bırakalım” demedi. Vergi anlatısı etrafına sıkışmış siyasi eleştiriler kapitalizmin ilahlaştırdığı piyasa olgusunun ve onun etrafında şekillenen faydacı değerlerin yeniden üretiminden başka bir şey değildir. Her liberal eleştiri gibi toplumsal sorunların temelinde yatan dinamikleri hedef almaktan aciz, hastalığı tedavi etmektense semptomları hafifletmeyle kafayı bozmuş beyhude ve işe yaramaz bir girişimdir.