Bu yazıyı yazarken üç kez kendimi doğru ifade edemediğimi fark edip sildim. Silerken kafam her seferinde allak bullak oldu. Türkiye’de sporun Amerikanizasyon etkisi üzerine düşünüp yazarken her seferinde fikrimi birçok boyutta etkileyen noktalar oldu. Türkiye’de sporun yapısına dair konuşurken belki de en önemli noktalardan biri Türkiye’de sporun çarpıklığı (yapı içinde yapısızlık). Bu çarpıklık içerisinde bulunmayan tüm kurumların orta veya uzun vadede genellikle hedeflerine ulaştıklarını görüyoruz. Zaten böyle kurumların sayısının iki elin on parmağını geçmeyecek olmasından ötürü büyük bir akıl ve zeka kapışması gerçekleşmiyor. Uzun süre düşündükten ve yazdıktan sonra Türkiye’de sporun Amerikanizasyona uğradığına dair fikirlerim netleşti. Ama öncelikle bu Amerikanizasyonun nasıl olduğunu konuşmamız gerekiyor.
Sporda Amerikanizasyonu sporun kendi içindeki bir rekabeti izleyicilere tam anlamıyla bir eğlence aktivitesi haline getirmek olarak tanımlarsak yanlış olmaz. Örneğin beyzbol oldukça durağan görünen ve rekabetin az olduğu, dolayısıyla baştan sona bir karşılaşmayı izlemenin hayli uzun sürdüğü bir spor. Amerika’da oldukça popüler olan beyzbolun sahalarına aslında bir piknik alanı diyebiliriz: Açık havada ailecek gidilen, yemek yenilip arada da karşılaşmanın izlendiği bir aile aktivitesi. Ailecek lunaparka veyahut bir botanik parkına gitmekten çok da farkı yok. Amerika’da insanların dikkat süresinin gitgide düştüğü oldukça durağan bir dilimde bu sporu sadece rekabeti için baştan sona izleyen insan sayısı bir hayli az olabilir. Amerikanizasyon bu konuda devreye giriyor; sporu öncelikle seyirciye pazarlamak için ambiyansını farklı bir hale getirip ardından hala istenildiği kadar pazarlanılmıyorsa sporun yapısını değiştirmeye bile yeltenebiliyor. Örneğin Real Madrid spor kulübünün başkanı Florentino Perez futbolun daha ilgi çekici olması için futbol maçlarının süresinin kısaltılması gerektiğini söylemişti (Buradan ulaşabilirsiniz).
Bu noktada belki de maç boyunca heyecanın en az ortalama veya ortalama üstü düzeyde kaldığı basketbolun izleme zevkinin en yüksek olduğu NBA’de bile NBA sadece maçların son kısmını izleme özelliğini satışa çıkardı. Bu noktada sporların artık sadece televizyonda veyahut fiziksel olarak izlemekten öte online platformlara da geçmesi ve online dizi film platformlarının daha popülerleşmesi ile sporların rakiplerinin diğer spor müsabakaları kadar Stranger Things’in yeni bölümü veyahut Obi Wan Kenobi dizileri de olduğu aşikardır.
Durumun Türkiye boyutu bir hayli karışık aslında. Türkiye’de lokomotif sporun futbol olduğu aşikar. Dünyada futbola yapılan yatırımlar katlanırken Türkiye’de futbol kulüplerinin kötü yönetilmesi, yaşanılan ekonomik kriz ve çarpık yapılaşma oynanan futbolun kalitesini azaltsa bile bunun karşılığında görece düzgün bir plan sürdürülen basketbol ve düzgün bir planlama yapılan voleybola karşı hala en popüler spor futbol -bu iki sporun popülaritesinin artması bile aslında bir başarı-. Bu popülerliğe rağmen ülkede futbolun izlenme oranı bir hayli düşük. Zira Türkiye’de futbol oyun kalitesi veyahut maç içi rekabetten çok, bir kutuplaşmanın taraflarının kendilerini yılmaz bir şike ve başarı yarışı ile beslediği bir araç. Böyle bir durumda ve Türkiye’deki ekonomik durumun etkisi ile beraber herhangi bir sermayenin Türkiye’de futbola yatırım yapma nedeni futbol endüstrisi olabilir mi? -Türkiye’nin dışarıyla ve içeriyle olan siyasi ekonomik ilişkilerinin teşvikiyle bunun gerçekleştiği durumlar oldu, ileride de devam edebilir- Bu bahsettiğim çarpık yapılanma dışında gerçekten birkaç yatırımcının Türkiye’de futbola tıpkı Paris St. Germain ya da Liverpool gibi bir yatırım yapması çok da makul durmuyor. Stada gelen seyirci sayısı çeşitli maçlar haricinde kısıtlı, taraftarların alım gücü günden güne düşüyor, varlığı veya yokluğu bilinmese bile çokça şaibeyle anılan bir lig.
Bu noktada Türkiye’de futbolun Amerikanizasyona uğradığını düşünmeyebilirsiniz ama Türkiye’de futbol Amerikanizasyonun temel ayaklarından biri haline gelmek üzere. Son zamanlarda Avrupa’nın ortalama düzeyde bazı takımlarının Türkiye’deki genç oyuncuları 15-16 yaşlarında bile transfer etmeye başladığının haberlerini görüyoruz. Avrupa’da Türkiye’de aldıkları cüzi miktarda paralara -cep harçlığı olarak bile nitelendirebiliriz- göre çok daha iyi paralar alarak, Türkiye’nin altyapı sisteminin çarpıklığından da kurtulmayı seçmeleri oldukça doğal ve makul. E bu da başka ülkelerde Amerikanizasyonu sağlamak için bir hammadde cenneti. Bu sadece genç oyuncular için de geçerliği değil, çeşitli kulüplerde yıldızı parlamayan ancak gelecek vadeden veya eski formunda olmayan diğer oyuncular için Türkiye bir iki senelik bir durak noktası da ayrıca. Durum böyleyken Türkiye futbol ligi diğer futbol liglerine oyuncu sağlamakla görevlendirilen bir gelişim ligi olma yönünde ilerliyor veya böyle bir lig oldu bile.
Basketbolda durum biraz daha farklı. Türkiye’nin basketbolda lokomotif kulüpleri Anadolu Efes ve Fenerbahçe Avrupa’nın en üst düzey basketbol liginde rekabetçi takımlar olma durumunda. Özellikle Anadolu Efes geçtiğimiz sene içerisinde Euroleague’de iç saha maçlarına en çok taraftar getiren kulüp oldu. Bu noktada Efes’in uyguladığı fiyat politikası ve kulübün futbol takımı ile meşhur rakiplerine oranla daha az agresif bir ortama sahip olması etkili oldu. Bu sayede Efes’in maçları tıpkı Amerika’da basketbol maçlarında olduğu gibi bir fanatizmden öte aile ile de gelinebilecek bir eğlence haline geldi. Bu iki kulübün de basketbol şubesinden bir kâr elde etmedikleri aşikar. Avrupa’nın zirvesinde rekabet eden iki kulübü geriye bıraktığımızda birçok kulübün oyuncularının maaşlarını aylarca geciktirmesi gibi durumlar da yaşanmıyor değil. Bu iki kulüp ve birkaç kulüp dışında Türkiye’de basketbol liginin de futbol liginden çok da farkı yok. Ek olarak yine tıpkı futbolda olduğu gibi basketbolda da lise düzeyinde okuyan basketbolcuların Amerika’ya lise okumaya gitmesi giderek popülerleşiyor. Basketbolun planlaması içerisindeki durum ise her şeyi gözler önüne seriyor.