Şimdi bir süredir, cadıların maruz kaldığı işkenceye “Küçük Buzul Devri’nin” neden olduğu; zira cadıların hava için yaptığı büyülerin, iklimde bozulmadan sorumlu tutulduğu iddiaları ortaya atılmaktadır. Bununla birlikte, soğuyan iklim nedeniyle kereste fiyatlarında yaşanan artış sonucunda, cadıların yakılmasına son verildiğine dair bulgularımız da mevcut.”
-Joachim Radkau, Doğa ve İktidar: Global Bir Çevre Tarihi
Tarih boyunca insanın doğa üzerinde tahakküm kurma (Naturbeherrschung) çabasının hem nedeni hem de kendini tekrarlayan bir sonucu olarak, tarihsel olarak doğanın bütünsel olarak yahut ayrı ayrı parçalarıyla (biyotik birimler, gruplar vb.) bağımsız birim(ler) (agency) statüsü kazanması ertelenmiştir. Özneler-arası alanda yaşanan bu kriz sadece meta-tarihsel veya kavramsal bir tartışma alanı olarak arka planda kalmamış; kurumlar, bilimler, diyalektikler ve politikalar açısından da ciddi sonuçları beraberinde getirmiştir. Gelinen son raddede, “ekolojik felaketin” (the ecocatastrophe) -olacaksa eğer- tarihin mi doğanın mı sonu olacağı sorusu gündemdedir. Bu kısa bildiride, doğa kavramının fiziki ve sembolik kurulumlarını, bu kurulumların günümüzdeki tahakküm biçimleriyle ilişkisini ve son olarak iklim değişikliği gibi ekolojik krizlerin okunuşundaki sorunsal ile çeşitlenen ilişkilerini tartışacağız.
I
Doğanın çağdaş bilimsel akıl tarafından kurgulanışı ve konumlandırılışına dair en çarpıcı örneklerden birisi Callicott’un “ekolojik restorasyon”[1] üzerine ses getiren makalesi “Postmodern Ecological Restoration: Choosing Appropriate Temporal and Spatial Spaces”de (Callicott, 2011) okunabilir. Callicott, bir ekosistemin doğal (ekolojik tahribattan önce, hasar almamış) durumunun ne olduğuna dair tartışmaya katılır ve Amerika’nın kolonileştirilmesinden önce ekosistemin en doğal ve mükemmel halde olduğuna dair, Amerikan Yerlilerinin doğaya etkisini yok sayan iddiayı eleştirir. Callicott, bu haliyle, doğayı etkileyebilme kapasitesini Batı’ya ve sınai toplumlarla mahsus kılan sakıncalı ekolojik tavrı protesto eder. Tartışmayı daha ileriye götüren Callicott, biyotik unsurların kendi içindeki devinimini de görmezden gelen klasik ekolojik restorasyon stratejilerine ve bu stratejilerin arka planındaki kabullere de karşı çıkar. Bu protesto, doğal durumun ne olduğuna dair verilen bilimsel muhakemeye dair sorunların ifşasını barındırırken, doğanın ve şeylerin ontolojisine dair kabul edilegelmiş kanıya Jane Bennett, “Vibrant Matter: A Political Ecology of Things” ile cevap vermektedir: Bennett, otonom bir birim olma yeterliliğini (agentic capability) insan tekillerine özgülemenin insanın özel olduğuna dair bir ön kabule muhtaç olduğunu belirtir. Buradan çıkarılabilecek bir diğer sonuç da şudur ki bu ön kabulün geçerli olduğu her durumda, insan-dışı nesneleri (ağaç, hayvan, su vb.) araçsallaştırmak ve üzerinde tahakküm kurmak da meşrudur. Görg’ün belirttiği doğanın sembolik kurulumu bu zeminden nemalanır. İster mitler vasıtasıyla olsun ister bir tahakküm nesnesi olarak tasvir edilsin, farklı dönemlerde herhangi bir içkin değer/otonomi atfedilmeyen doğa başka erklerin kavramsal ve fiziksel dizaynına mahkum edilmiş ve fiziksel dizaynının bilumum çeşidi meşrulaştırılmıştır. İlk örneklerinde beslenme kaygılarıyla tarım ve hayvancılık uygulamalarına uygun hale getirilen doğa, estetik bir kavrayışa göre peyzaj uygulamalarına ve kapsamlı yeniden düzenlemelere maruz bırakılmıştır. Doğanın ilerleyen zamanlardaki çağcıl kurguları ise doğa ve doğa üzerindeki düşünüşü bulanıklaştırmakla kalmamış, kapsamlı doğa-iktidar ilişkilerini dahi gözden geçirmeyi zorlaştırmıştır. Frankfurt Okulu ve Derin Ekoloji’nin uzlaştığı iddia burada devreye girer: Adorno’nun pozitif olarak değerlendiremeyeceğimizi belirttiği negatif diyalektik, Naess’in felakete sürüklenen gezegeni ile çok da ayrı değildir: İlerlemenin sadece pozitif yönde olduğu ve insan için kısa vadede iyi olanın, insan-dışı hangi varlık için kötü olursa olsun gerilemeye yol açmayacağı fikri her iki durumda da karşılık bulmaktadır. Bu bağlamda, doğanın sembolik kurulumu ve fiziksel kurulumu (politik paylaşımlar, tüketim yaklaşımları, şehircilik vb.) arasında bir bariyer çekebilmenin imkansızlığının çok farklı ekollerce de tasdik edildiğini görürüz.
II
Horkheimer’in ünlü akılcılık eleştirisi, “Aklın hastalığının kaynağı, insanın doğaya hükmetme istencidir.” (1947) ifadesi, bilim veya kültür felsefesi açısından arz ettiği önem kadar doğa ile kurulu ilişkileri yeniden okumamız açısından da elzemdir. Horkheimer insanın doğaya hükmetme istencinin düşünsel kurumlarımızla temasını, akla gelmiş bir zeval olarak değerlendirir. Nitekim insanın doğayla girmiş olduğu çatışma ve bu doğrultuda ortaya çıkmış tahakküm çeşitleri, birbirini yineleyen formlar değildir. Özneler-arası alanda doğanın kimliğine ilişkin bir tartışma, basit bir insan-merkezci kriz okumasıyla değerlendirilebilecek kadar soyut yahut ayrıksı değildir. Bir özne olarak doğanın tahakküm altına alınmasını, toplumun tahakküm altına giriş sürecinde, boyunduruk altına giren ayrı öznelerin teslim alınmasına benzer bir süreç olarak değerlendirmek mümkün müdür? Özneler-arası alanda sembolik olarak yeniden kurulan her özne, daha sonra fiziksel olarak yeniden tasarlanabilir hale gelir. Tarih boyunca sosyal olarak, göstergesel yapıları kolektif veya tekil bilinçlerce (yeniden veya değil) kurgulanmış kurumlar/özneler/birimler tahakküm altına girmiştir. Toplumsal ve/veya özneler-üstü tahakkümün, doğa üzerinde kurgulanan tahakkümle ilişkilendiği nokta da burasıdır. Doğa üzerinde kurulan tahakkümün bireyler/toplumlar üzerindeki birincil sosyal, ekonomik ve siyasal sonuçlarının (kaynakların dağıtımı, kaynakların tahribatı veya kullanım kıstasları) bu bağlamda okunabilmesi mümkündür. Celali İsyanları’nın Anadolu’daki kıtlıklarla ilgisini incelerken, Küçük Buzul Çağı’nın, kurumların doğa üzerinden devşirdiği kaynaklara etkisini ve bunun Osmanlı İmparatorluğu’na etkisini analiz edebilmek, doğa üzerindeki tahakkümün yapısını okuyabilmekten geçer. (Radkau, 2017) Öyledir ki tarihteki birçok savaş doğa üzerinde bir tahakküm kurma imkanının hangi erkte olacağına dair bir güç çekişmesidir, doğa üzerindeki tahakküm yalnızca yalın bir özne olarak doğayı -içindeki flora, fauna ya da diğer biyotik unsurları- ilgilendiren bir mesele değildir, bir o kadar da kurumsal bir çekişme alanıdır. Bunun doğanın özneliği kısmında çözümlendiği yerlerden birisi de günümüzdeki ekolojik krizdir. Doğa üzerinde tahakküm kurma hakkına erişimin kısıtlanması günün sonunda adil bir paylaşım hayaline dahi gölge düşürmüştür. Tüm bunların yanında, doğanın üzerinde kurulan tahakkümün, toplumsal bileşenler üzerindeki tahakkümle kaçınılmaz bir iltisaka sahip olması, özgür akıl kavramının doğasından, bilimsel devrimlerin oluşumuna geniş bir düşünsel/tarihsel alana tesir etmiştir. Aydınlanmadan geriye kalan önemli kavramlardan birisi de daha sonra “doğanın meta-tarihsel yasasının” tanımlanmasıdır. Doğanın içkin olarak tahakküme açık bir alan olarak tanımlanması, bu kurucu yasanın doğa bilimlerinin ve doğanın çağcıl kurgusunda iktidar olması, ekolojik tahribatın makul bir feda olduğu fikrinin yerleşmesine etki etmiş hatta ekolojik tahribatın geri dönülemez olduğu noktada, doğasız bir tarihin mümkün olduğuna dair neo-fütürist gelecek projeksiyonunun yer bulmasını sağlamıştır. (Short, 2011) Politik olarak günümüzde iklim değişikliği üzerinden gündem bulan ekolojik tartışmalarda, en başta kurumların ve siyasetin doğayı kavramsallaştırışıyla yakinen ilişkilidir. Kurumların, düşünürlerin ve tarihin doğa “kavrayışı” gezegenin en büyük problemlerinden birisine doğrudan neden olmasa da günümüzde sorunun çözümüne giden yolda en büyük problemlerimizden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
[1] Ekolojik restorasyon; özelliğini kaybeden, zarar gören veya tahrip olan bir ekosistemin iyileşmesine yardımcı olma sürecidir.