Sömürgeciliğin Ardında Bıraktığı Sarsılmaz İmgeler

Uzun ya da kısa herhangi bir yazı yazmaya çalışan her insanın deneyimleyebileceği gibi yazmayı planladığım yazı pek çok kez şekil değiştirdi.  Tezimi teslim ettikten sonra kendime verdiğim sözlerden biri, kurumsal hayatın içinde kaybolmamak ve elimden geldiğince teorik okumalara da vakit ayırmaya çalışmaktı. Telemak Kitap’tan 2021 yılında çıkan Albert Memmi’nin Sömürgecinin Portresi ve Sömürgeleştirilenin Portresi kitabını da bu vesileyle okudum ve üzerine bir inceleme yazısı yazmaya karar verdim. Ancak kitabın Fırat Mollaer tarafından yazılan sunuş yazısını okuduktan sonra hali hazırda çok profesyonel bir inceleme yazısının var olduğunu fark ettim ve yazacağım yazının kitabın bir özeti olmasını istemedim. Ayrıca bu önemli konu üstüne yeni, çığır açıcı şeyler söyleyemeyeceğimin de farkındaydım. Neyse ki imdadıma Twitter ve görünce uzun uzun cevap yazma isteği uyandıran tweetler yetişti. Sonuç olarak da Memmi’nin 1955-56 yıllarında yazdığı kitaptaki sömürgeciliğe, sömürgeleştirilene ve ırkçılığa dair düşüncelerini üzerinden ortaya biraz dağınık – kendimi çok iyi ifade edemediğimi düşündüğüm – bu yazı çıktı.

Kitabın yazıldığı bağlam oldukça önemli olduğu için Memmi’nin ve kitabının arka planından kısaca bahsetmek istiyorum. 1920’de Tunus’ta doğan Albert Memmi, Jean-Paul Sartre, Aimé Césaire ve Frantz Fanon gibi önemli isimlerle çağdaş. Sunuş yazısında Fırat Mollaer’in belirttiği gibi “Memmi, kitabı anti-kolonyalizm ruhunun canlandığı bir tarihsel evrede, Fransız sömürgeciliğin hükümranlık alanındaki Tunus bağlamından ve bir Arap Yahuisinin deneyiminden yola çıkarak yazmıştır.” (16) Kitap salt teorik tartışmalar yerine deneyimlerden yola çıkarak sosyolojik bir çözümleme sunuyor. Memmi’nin kişisel konumu da burada önemli çünkü Memmi her ne kadar “sömürgeleştirilen gruba” ait olsa da bu grup içinde de aldığı eğitim ve Yahudi kimliğiyle farklı bir konuma sahip. Bu nedenle kendisinin belirttiği gibi, tamamen birine ait olmadığı için iki tarafın dinamiklerini de anlıyordu. (42)

Memmi yazdığı önsözde, çizdiği portreleri ve onları ortaya çıkaran süreçleri tamamiyle ekonomik nedenlere dayandırmadığı için eleştirildiğinden bahseder. Memmi de bu eleştiriye şöyle bir yanıt verir:

“Ne var ki sömürge ayrılacılığı yalnızca ekonomik değildir, Sömürgeciyle sömürgeleştirilenin yaşamını Sömürgeciyle sömürgeleştirilenin yaşamını gözlemleyince, sömürgeleştirilenin her gün yaşadığı aşağılamanın, nesnel boyunduruğunun salt ekonomik olmadığı hemen keşfedilir.” (39)

Memmi’nin savunmasını mantıklı buluyorum çünkü tam da bu nedenle sömürgecilik geçmişteki şekliyle fiilen olmasa da, düşünme biçimlerimizi etkilemeye devam ediyor. Zaten sömürgecilik uzun yıllar sürdüğü tahakkümü sadece ekonomik sömürüyle değil, sömürü insanı üzerinde kurduğu zihinsel üstünlük ile de sağlamıştır.

Memmi’ye göre iyi niyetli sömürgeci diye bir şey yoktur. Yerleşimci istesin ya da istemesin ayrıcalıklara sahiptir ve bu ayrıcalıklara gayrimeşru şekillerde sahip olmuştur. Bu nedenle yerleşimci olarak kalamaz ve eninde sonunda sömürgeci olacaktır “yani bir gaspçı”. (59) Kalmaya karar veren yerleşimci bir sömürgecidir ve ana amacı bu gayrimeşru şekillerde elde ettiği ayrıcalıkları meşru kılmaktır. Bu sadece dışarıya kendini aklama aklama çabasından kaynaklanmaz ayrıca içinde bulunduğu çelişki nedeniyle de kendini meşru kılmaya çalışır. Bu  huzursuzluk da “hem gaspçının kendini göklere çıkarmasını, hem de gasp edileni yerin dibine batırmasını gerektirir.” (91)

Sömürgecinin, bir sömürgeleştirilen imgesi yaratırken başvurduğu temel yöntemlerin başında “mistifikasyon” gelir. Bu yaratılan imge sömürgeleştirileni insanlıktan çıkarır, başka bir deyişle sömürgeleştirilen “sömürgecinin ‘öteki-ben’i değildir. Hatta pek insan bile denemez. Hızla nesneleşir”. (116) Herkesin bildiği Avrupalı insanın çalışkan ve ilerlemeci doğası ile onun karşıtı olan sömürge insanının “tembelliği” bu mistifikasyona bir örnektir. Sömürgeleştirilen imgesinde, sömürge insanı asla birey olarak nitelenmez ve sömürge insanına “anonim bir kolektiflik” atfedilir. Tam da bu noktada neden “Afrikalı” tanımlamasını/kimliğini sorunlu bulduğumu açıklamak istiyorum. Bu seneki Nobel ödülü açıklandığı ve Twitter’da farklı tartışmaların döndüğü zamanda, bir tweette geçen sene kazanan Abdulrazak Gurnah’ın “Afrikalı” olduğu için bu ödülü aldığını iddia eden bir tweet okudum.  Ufak bir not düşmem gerekirse, benim burada bahsettiğim Afrika kıtasındaki ülkelerin spesifik tarihleri, kültürleri, kimlikleri yok sayılarak genel bir “Afrikalılık” etiketinin o kıtada yaşamayan biri tarafından üstlerine yapıştırılması. Sonrasında Afrika’yı ülke sananların da var olduğunu öğrenince, bu konularda kat edilmesi gereken daha çok yol olduğunu bir kere daha fark ettim. Kısaca her ne kadar sömürgecilik geçmişte kalmış ilkel bir tahakküm biçimi olarak görülse de zihinlerde geri döndürülemez bazı imgeler bıraktığı aşikar.

Sömürgecinin kendini meşru kılmaya çalışırken başvurduğu bir diğer önemli araç ise ırkçılıktır. Memmi’nin ifade ettiği gibi ırkçılık, “kolonyalistle sömürge insanını birbirne bağlayan temel ilişkiyi özetler ve simgeler.” (110) Yukarıda bahsettiğim gibi sömürgeci sömürge insanını tembellik ve geri kalmışlıkla suçlar ve kendine ahlâki bir misyon yükler. Ancak buradaki çelişki bu sürecin sonunda “tembel” sömürge insanının “gelişmesi” asla tam olarak istenmez. Çünkü bu gerçekleşirse sömürgeciye ihtiyaç kalmayacaktır ve bütün sömürü sistemi zarar görecektir. Tam da bu nedenle sömürgeci herhangi bir asimilasyona karşıdır. Irkçılık da burada devreye girer çünkü ırkçılığın en temel özelliği toplumsal hareketsizliği koruması ve bu iki grup arasındaki farklılıkları canlı tutmasıdır. Sömürge insanı istediği kadar eğitim alsın ya da zengin olsun ayrıcalıklı grup arasına asla giremeyecektir ve sömürgeleştirilen olarak kalmaya mahkumdur. Bir başka deyişle, sömürgeci yararına işleyen toplumsal düzeni korumak “boyun eğdirmek ve sömürmek için sömürge insanını tarihsel ve toplumsal, kültürel ve teknik akışın dışına it[miştir]” (136).

Sömürgecilik, ırkçılık ve değişmeyen konumlar arasında kurulan bu bağ, aklıma Twitter’da ve internette gördüğümüz çeşitli uyarlamalarda siyah oyunculara yer verilmesinin bazı insanları ne kadar rahatsız ettiğini getirdi. The Rings of Power, House of The Dragon, The Little Mermaid ve Doctor Who aklıma gelen ilk örnekler. Bir edebiyatçı olarak, en nihayetinde bunların birer uyarlama olduğu ve uyarlamaların orijinal esere/anlatıya birebir bağlı kalmak gibi bir zorunluluğunun olmadığını düşünüyorum. Ayrıca pek çok farklılık içinden özellikle bu değişimin bu kadar tutkulu bir şekilde eleştirilmesi de ayrıca düşündürücü. Burada sömürgecilikle, insanların karakter seçimlerinden rahatsız olmasını aynı kefeye koyduğum sonucu çıksın istemem ancak, artık dikkatimizi çekmemesi gereken bu değişimlerin günümüzde bu kadar büyük mesele haline gelmesini de önemsiz olarak görmüyorum.

Bu uzun ve yer yer dağınık yazımı sonlandırırken kitaptaki önemli bir eksiklikten bahsetmek istiyorum; kadınlar. Sonsözü yazan Susan Gilson Miller’ın da üstünde durduğu gibi “iyi ya da kötü olsun, sömürge dramında bir kişilik olarak kadınlar Memmi’nin anlatısında büyük ölçüde yer almaz.” Kitabı okurken fark ediyoruz ki Memmi’nin bahsettiği tüm portrelerdeki bireyler aslında sadece erkek. Bu durum da daha önce üstüne düşünmediğim sömürgeci kadınların rolü ve sömürgeleştirilen kadınların konumu konuları üstüne okuma yapma isteği uyandırdı ki bir kitaptan daha fazlasını bekleyemem. Kısaca Memmi’nin kitabını bu meseleler üstüne kafa yormak isteyen herkese tavsiye ederim.

Tabii ki akıcı çevirisi için Şen Süer’e, bilgilendirici sunuş yazısı için Fırat Mollaer’e ve özenli baskı için Telemak Kitap’a teşekkür ederim.


  1. Albert Memmi, Sömürgecinin Portresi ve Sömürgeleştirilenin Portresi, çev. Şen Süer, (İstanbul: Telemak Kitap, 2021).
Ahsen Nur Balkan

Ahsen Nur Balkan

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.