Sokaktan çocuk sesleri geliyordu. Ayakta hareketsiz duruyorduk. Her şey çok çocukça ve çok keder vericiydi. Aklıma sevdiğim bir romandan sevdiğim bir cümle gelmişti. Kederin bizi başrole taşıdığı, ikimiz dışında her şeyi cılız bir manzaraya dönüştürdüğü o anda, cümleyi kendimce yeniden kurdum: Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e aşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu.
Dikkat Uyarısı: Bu yazı Emin Alper’in Kurak Günler filmini henüz izlemeyenler için fazlasıyla spoiler içermektedir. Lütfen dikkat ediniz.
Barış Bıçakçı’nın muhteşem romanı Bizim Büyük Çaresizliğimiz, en dokunaklı bölüm kapanışlarından birini bu pasajla yapıyor. Basıldıktan yıllar sonra filme uyarlanan kitabın Ender ve Çetin karakterleri, okuyanların bazıları tarafından cinsiyetsiz olarak yorumlanabiliyor. Genel kanı dostluk teması üzerinde yoğunlaşsa da Ender ile Çetin arasındaki cinsel gerilim gözlerden kaçmıyor. Senaryosunu hazırlarken kitabın yazarı Bıçakçı’dan destek alarak romandan uyarlanan aynı isimli film Seyfi Teoman’ın yönetmenliğiyle Berlin’e gidiyor. 61. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde eşcinsellik ve transgender temalı filmlerin yarıştığı Teddy seçkisinde yer alması bazı okurları haklı çıkarıyor. Emin Alper’in yazıp yönettiği Tepenin Ardı filminin de yapımcılarından olan Teoman, Tepenin Ardı vizyona girmeden hayata veda ediyor. Emin Alper’in yaklaşık on sene sonra çektiği politik gerilim filmi Kurak Günler’i Cannes’ın Queer Palm seçkisinde görüyoruz.
Sinemamızın Nuri Bilge Ceylan tarafından temsil edilmesine aşina olduğumuz Cannes perdesi bu defa Kurak Günler için aralanıyor. Emin Alper’in, Ceylan’ın zirve yıllarındaki performansını aratmayan filmi 75. Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde prömiyerini yapıyor. Queer Palm seçkisine girmesi birçok izleyeni şaşırttığı gibi yönetmenini de şaşırtıyor. Zira eşcinsel karakterlerin arasındaki bağ, senaryonun ana parçalarından değil. Mesleğini yapmak üzere yeni atandığı kasabayla değerleri çatışan savcı Emre’nin gazeteci Murat’tan etkilenmesi, ötekilerle hesaplaşması sırasında içine dönerek kendini sorgulaması şeklinde tezahür ediyor. Alper’in deyimiyle bu bir aşk temsili değil, daha ziyade bu olasılık üzerine çıkan siyasi galeyan. Buna rağmen Türkiye’de film henüz izlenmemişken eşcinsel ilişki tartışmaları doğuyor. Cannes’da ülkemizi oldukça başarılı temsil eden film, ülkeye Antalya Altın Portakal Film Festivali ile giriş yapıyor. Burada da benzer hissiyatı yaratıyor ve queer seçkiye dahil edilen ilk yerli film oluyor. Bu noktadan sonra medyanın eli güçleniyor. Kurak Günler için bazı medya organlarında kara propaganda başlıyor.
Emin Alper, senaryosunun taslağını fona başvurmak için 2018’de Kültür Bakanlığı’na gönderiyor. Bir sene sonra desteği alıyor. Taslak halindeki metinde Emre ile Murat arasında neler yaşanıyor bilemiyoruz ama hikayenin mevcut haline yolda geldiği çok açık. Hep öyle olmaz mı zaten? Hangi senaryo, taslağına tamamen riayet edebilir? Derinliksiz bir iyi kötü kavgasını anlatmaktan kaçmak isteyen ve iç hesaplaşmaların öyküye çeşitli yönlerden katkı vereceğini düşünen Alper de ilk zamanlar bu fikrin aklında olmadığını kabul ediyor. Episodik filmin ilk kısmını ikincisinden ayıran gecede gereğinden fazla içmesinin ardından Pekmez’e tecavüz edildiğini öğrenmesiyle Emre’nin hafıza yolculuğu başlıyor. Burada yol aydınlık değil. O geceye dair hatırladıkları ve bütün çabalarına rağmen hatırlayamadıkları tertemiz yüzüne bir tutam çamuru konduruyor. Tıpkı Bir Zamanlar Anadolu’da karakterlerinden doktor Cemal gibi.
Kafasında görüntüleri bir türlü netleştirememesine rağmen o geceyi sorgulamaya devam eden Emre ihtimallerden korkmuyor. Öte yandan gizemli bulutları dağıtamamasının sebebi geceyi Murat’ın yatağında geçirmeyi yedirememesi olabilir. Belki bir tek o ihtimalden, olasılığı bir olan doğrudan kaçtığı için işlemediği bir suçun faili olabileceğini düşünüyor. Film boyunca Emre’nin cinsel yönelimini sadece Emre değil, izleyici de araştırıyor. Anılar denizinde yüzerken tutunulacak bir dal, içini rahatlatacak bir nefes arıyor. Bulamadıkça da yüzsüz iki yüzlülüğüyle yüzleşmek zorunda kalıyor.
Otoriter popülist iktidarın ele geçirdiği toplumlarda azınlıklar karşısında çoğunluğun güç kaybına tahammül edilemez. Dolayısıyla davanın sebebi ve kavganın büyümesine yol açan ana unsur Pekmez’in tecavüze uğramasıyken hem Emre hem de ekran karşısındakiler için Emre’nin boynundaki morluk bunun önüne geçiyor. Pekmez hem Roman hem kadın. Emre ise hem tertemiz yüzlü erkek hem de savcı. Ezilenlerin eziliyor oluşunu izlemek Türkiye’de kimsenin heyecanını yükseltemiyor. Ve fakat çoğunluğu temsil eden, kendisini ister istemez yerine koyduğu bir erkeğin iktidarına zeval getirecek başka bir erkekle sevişme ihtimali bunu başarabiliyor. Hikayenin sonunda da bir yere bağlanmayan temelde iki olay var. Birisi Pekmez’e tecavüz edenin, gerçek suçlunun kim olduğu; diğeriyse Emre ile Murat’ın o gece sevişip sevişmediği. Kurak Günler daha vizyona girmeden başlayan tartışmalar hiç şaşırtıcı olmayacak şekilde ikinci soru işaretinin etrafında dönüyor.
Harika açılışında büyükçe bir obruğun etrafında gördüğümüz Emre’nin önünde görkemli final karesinde yine bir obruk var. Gel gör ki bu defa Emre obruğun etrafında değil ve yanında hakime Zeynep’in yerine gazeteci Murat yer alıyor. Emre, bu kez obruğun bir tarafında. Hangi noktada olduğu belli değil ama neyin karşısında durduğu apaçık. Yanındaki Murat, sevgilisi sıfatıyla değil, bir anlamda kader ortağı kontenjanından orada konumlanıyor. Karşılarındaki birbirine çok benzeyen suratlar yan yana geldiğinde koca bir karanlık tekvin ediyor. Potansiyel enerjisini önlerindeki obruğun çatlaklarının sadece bir tanesinden alarak elektrik enerjisine dönüştüren fenerleri, Emre ve Murat’ın olduğu tarafı aydınlatıyor. Obruk hala orada, Emre’nin boynundaki morluk hala sahipsiz ama köşegenleri çizilemeyecek yer şeklinin besbelli iki tarafı var. Bir taraf aydınlık, öbür taraf karanlık.
Kemalist aileden yetişen savcının şehirden taşraya yolculuğu gibi bilindik bir hikayeyle başlayan Kurak Günler, izleyicisini kör kuyularda dolaştırarak içinde yaşadığı toplumun sorunlarıyla yüzleştiriyor. Bu haliyle alışık olduğumuz taşra filmlerinden sıyrılarak kasabanın varoluşsal sorunlarına yer vermeden onu araç haline getiriyor. Nihayetinde sert ve temponun hemen hiç düşmediği politik gerilim sunuyor. Filmi izledikten sonra yaptığı çıkarım Konya Ovası’ndaki yer altı suları hakkında olan sözüm ona gazetecilerin hüküm sürdüğü ortamda Murat’ın banyosunda Emre’nin çırılçıplak bulunma ihtimali bakanlık tarafından filme ayrılan fonu geri aldırıyor. Hem de faiziyle. Erkek egemen toplumları sorunlarıyla yüzleştirmenin deveye hendek atlatmaktan zor olduğunu bir kez daha anlarken Emin Alper’in Antalya’daki ödül konuşmasına kulak vermek gerekiyor. “Zorbalığa karşı direnen herkes kazanacak. Gezi direnişçileri kazanacak. Hemen yanı başımızda diktatöre karşı direnen Ukrayna halkı kazanacak. Zalim mollalara direnen kadınlar kazanacak. Bütün bu direnişçiler tiranlara, zorbalara şunları söylüyor: Kazanamayacaksınız. Tarih sizin yanınızda değil. Yıllar sonra hatıranızın önünde eğilecek kimseyi bulamayacaksınız ” Kendi ellerinizle kazdığınız çukurun karşı tarafından bildiriyorum. Yanımda Emre ya da Murat var mı bilmiyorum ama çukur, hayallerinizdeki sınırlarını aştı ve bu dipsiz obruğun tam önünde dururken yüzünüze zerre ışık vurmuyor. Karanlıktasınız ve artık sesiniz bizim sesimize karışamıyor. İşte sizin büyük çaresizliğiniz bu.