Türkiye’nin paradoksal bir durumu var. Futboldan müzik ve edebiyata, basın yayın hayatından televizyon ile radyoya, her çeşit gündelik hayat pratiğinden evin içindeki bütün meselelere her şeyin siyasi olduğu bir ülke olan Türkiye’de siyasi alanın kendisi, diğer bütün alanların müdahale ile katılımından azade, sınırları kalın ve kesin, yorum ile eleştiriye katî suretle kapalı bir alan. Bu minvalde siyaset alanının dışında herhangi bir siyasi meselede fikir beyan eden birine sanki günah işliyormuşçasına “siyaset yapma!” diye parmak sallamak vaka-i âdiyedendir. Bir aba altından sopa gösterme ifadesi olarak “siyaset yapma!” AKP döneminde siyaset alanı haricindeki farklı alanlardaki muhalif sesleri bastırmak ve korkutmak için kullanılır hale geldi. Çünkü Türkiye’de siyasetin kültürel yapısında siyaset yapmak ancak siyasetçiye özgü bir meşgale olabilir, o da makbul sınırların haricine çıkmadığı sürece. Sermayedarlar olsun, kültürel alanlardaki muhalif sanatçılar olsun, çeşitli farklı alanlardan insanlar olsun muhalif bir demeçte bulunduklarında “müdahaleci” oldukları tepkisiyle karşılaşırlar. Siyaset alanı dışından siyasete bulaşmanın tek caiz yolu iktidara övgüler düzmektir.
Bir diğer mesele ise siyasetten kopukluk eleştirisidir. Siyasete ziyadesiyle mesafeli ya da ilgisiz olmak da bir eleştiri kaynağıdır. Bu eleştiriye en sık maruz kalanlar “gençler” (?) olup çeşitli STK’lar ve akademisyenler yahut sanatçılar da bu eleştiriyle yüz yüze bırakılmışlardır. Türkiye’de siyasete “bulaşmanın” da, siyasete uzak kalmanın da bedelleri vardır.
Geçtiğimiz günlerde siyaset bilimcilerin Altılı Masa’ya Açık Mektup adıyla paylaştıkları mektup en son 72 kişinin imzasını taşıyordu.* Tamamen şahsî inisiyatifleriyle hareket ederek hiçbir kamusal/siyasi organizasyonun desteğini arkalarına almayan bu siyaset bilimcilerin tavrının yukarıdaki bağlamda çok önemli olduğunu söylemek isterim. Siyaset, her şeyden önce bir sorumluluk biçimidir ve bu sorumluluk yalnızca siyaset alanı içinde mevcut iktidar-muhalif siyasetçilerin tekelinde değildir. Siyaset olayının bağlamında vatandaşlık şuuru temel alınacaksa her vatandaşın mevcut siyasi ahvalde sorumluluğu vardır. Söz konusu mektupta da aslında altılı masaya oy verme niyetinde olan her muhalif vatandaşın aklındaki sorular yatmakta.
Diğer taraftan mektubun şahsım adına muhalif anlayışının gerisinde kaldığını düşünüyorum. Üstelik mektup siyasi olarak zayıf olduğu gibi ziyadesiyle de nahif bir dille yazılmış. Ekrem İmamoğlu davasından sonra muhalefetin kazandığı bir ivme yakalama şansı, Kılıçdaroğlu’nun anlamsız tavırlarıyla gölgelendi. Ardından yapılan imalı ancak açıktan açığa bir şey ifade etmekten aciz olan açıklamalar Kılıçdaroğlu’nun adaylığını tasdikler gibi oldu. Böyle bir konjonktürde Altılı Masa gibi çarpık bir oluşumun yapısı ve işleyişinden ziyade mevcudiyet sebebini sorgulama zamanımız gelmedi mi? Altılı Masa iyi niyetlerle tasarlanmış muhalif bir demokrasi hareketi mi yoksa kararsız, çekingen muhafazakâr/İslamcı seçmeni AKP’den koparma potansiyeli olan Gelecek/DEVA/Saadet’e iktidardan pay sunarak meşruiyetini tartışmaya açan kötü düşünülmüş bir plan mı? Mektup bu hayati meselelere temas etmekten uzak, dahası bu hayati meseleleri tartışmaya açma potansiyeli de taşımıyor. Öte yandan, ima ettiği şeylere esaslıca temas etmekten uzak bu mektup bu haliyle dahi Ex-AKP’li kimseleri epey rahatsız etti ki gerçek yüzlerini ortaya çıkarmış oldu.
Örneğin sorumluluk sahibi muhalifler olarak şunu açıkça sormalıyız: Oy oranı aşağı yukarı ortada Gelecek Partisi’nin ve onun genel başkanı, sâbık başbakan ve dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nun halihazırdaki muhalif blok ve gelecekteki müstakbel/muhtemel iktidar üzerinde bu kadar söz sahibi olması çok basit ve masum tabirle tuhaf değil mi? Bilhassa AKP iktidarının baş mimarlarından olan Davutoğlu ile Ali Babacan’ın Türkiye’nin geleceği hakkında vaat edebilecekleri yeni ne var ki Altılı Masa altında muhalif kitlelerin ümitlerini sömüren bir organizasyonun baş köşesinde oturabiliyorlar? Türkiye’nin en karanlık yıllarında en önemli mevkileri işgal eden bu insanların bugün tasladıkları muhalefetin gerçekten muhalefet adına bir katkısı olabilir mi? Altılı Masa’daki Deva/Gelecek mevcudiyeti siyaset bilimci akademisyenlerin mektubunda bahsedildiği gibi gerçekten demokratikleşme sürecine katkıda bulunabilir mi yoksa Türkiye Altılı Masa projesi adı altında üç beş çekimser/kararsız İslamcı oyu yakalanacak diye bir Re-AKP sürecine doğru mu itiliyor? Bu sürecin baş mimarı Kemal Kılıçdaroğlu, Masa bünyesinde cumhurbaşkanlığı adaylığının onaylanması karşılığında bu partilere ne vaad ediyor?
Bu sorulara bağlı olarak akademisyenlerin mektubundaki ikinci sorunun beyhude olduğunu düşünüyorum. Kılıçdaroğlu’nun dava günü Almanya seyahati, ardından İmamoğlu’na destek olacağım diye yaptığı mitingi kendi şahsi şovuna çevirdiği ve CHP belediye başkanlarından bağlılık talep ettiği düşünülürse genel olarak Altılı Masa’nın İmamoğlu hakkında bir proje yahut stratejisi olduğunu hiç zannetmiyorum ki bence bu apaçık ortada. İmamoğlu meselesinde şahsi inisiyatif alan Akşener haricinde İmamoğlu’nu pek de umursuyor gibi görünmüyorlar. Davutoğlu’nun ince bir jest yaparak İmamoğlu’nu ziyaret etmesini de unutmayarak hakkını teslim etmek gerek. En azından Almanya’da değildi…
Seçime en iyi ihtimalle yarım sene kaldı. Altılı Masa cumhurbaşkanı adayı hakkında görüşmelere daha yeni başlayacak. Ben birkaç soru daha sorayım. Bu sorumsuzluğun ve pervasızlığın sorumlusu kimdir? Neden bu kadar geç kaldınız? Bu kadar hayati bir meseleyi değerlendirmek hususunda sizi bu kadar rahat davranmaya iten şuursuzluk nereden kaynaklanıyor? Muhalif bir blok oluşturduğunu iddia ettiğiniz Altılı Masa, Türkiye’nin geleceğiyle böylesine oynama hakkını kendinde nasıl görebiliyor?
Anketlerde Erdoğan’ı geride bırakan İmamoğlu ve Yavaş’ın aday yapılmayacağı neredeyse muhakkak. Geriye artık adaylığı alenî hale gelen Kılıçdaroğlu kalıyor. Peki madem Kılıçdaroğlu allem kallem edip kendini zorla cumhurbaşkanı adayı yapacak, neden bu kadar korkakça bekliyor? Meydana çıkıp “Ben Kemal Kılıçdaroğlu, CHP genel başkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısına rakip olarak çıkacak ve cumhurbaşkanı seçileceğim.” deme cesaretini göstermekten aciz tavırlarıyla gerçekten seçimi kazanabileceğine inanıyor mu? Kılıçdaroğlu adaylığını kesinleştirme kaygısıyla bu kadar zaman harcayarak yalnızca kendisi ve Altılı Masa’nın değil aynı zamanda Türkiye’nin de istikbaliyle oynamış olmuyor mu?
Bu sorular çoğaltılabilir. Ben basit, unvansız ancak kaygılı ve öfkeli bir muhalif olarak nâçizâne bu soruları sorma hakkını kendimde görüyorum. Altılı Masa’ya Açık Mektup’un bu sertlikte olmasını beklemek ancak komik olabilir ama yine de nahifliği bir kenara bırakarak daha açık, daha ne ifade ettiği açık ve kabul ediyorum, bütün risklerine rağmen çok daha cesur sorular sorulabilirdi. Yine de Türkiye’de kamusallığın özüne dair bir şeyleri hepimize hatırlattıkları için mektup ve imza sahibi siyaset bilimcileri tebrik ediyorum. Aynı amaç ve aynı kaygılar üzere mücadele ediliyoruz.
*17.01.2023 tarihi itibarıyla. Bknz. https://sites.google.com/view/altili-masaya-acik-mektup/home