Salvolar Yahut Karanlığa Ateş Açmak: Entelektüel Dünyanın Saçmasapanlaşması Üzerine

Bu yazı bir intelijansiya kritiği değil esasında. Daha çok entelektüel olandan ne anlaşıldığına, halihazırdaki entelektüel algısına yönelik bir eleştiri. Bu doğrultuda ne entelektüel kavramının bir arkeolojisine girişecek ne de bu kavramı tarihsel gelişimiyle birlikte bağlamsallaştıracağım. Ayrıca öznel yargılarıma tâbi ideal bir entelektüel tanımı öne sürerek bu tanımın karşısında duran gayrı-ideal bir tarifle de hesaplaşmaya niyetim yok. Burada yapacağım şey, bir deneme yazısının keyfiyetine sığınıp kültür dünyasına da akademiye de neoliberal anlayışın çöktüğü ve düşünen insanlar olarak gerçeklikle ilişkimizin sûni algılarla yeniden kurgulandığı “hakikat-sonrası” dönemde entelektüel figürünün bir tür boş gösterene dönüştüğü üzerinden karanlığa ateş açmak.

Günümüzde entelektüel olmanın epistemolojik temelleri aşınmış durumda yani entelektüel olmanın meşruiyetini kültürel sermayenin birikiminden ziyade medyatik popülarite ve kitlesel teveccüh sağlıyor. Bu bağlamda fiilî anlamda entelektüellik bilgiyi işleme, üretme ve dolaşıma sokma olarak değil, dosdoğrudan söylemek gerekirse sığ ve hatta bayağı bir malumatfüruşluk olarak temayüz ediyor. İlber Ortaylı, Celal Şengör gibi alanlarında “uzman” şahısların ekranlarda girdikleri absürt ve itici pozlar söz ettiğim entelektüel erozyonun sadece bir yüzü.

Bir diğer taraftan Üniversite’nin bilgi tekelini elinde tutan hakim konumu, akademisyen ile entelektüel arasındaki sınırları da kaldırmış gibi görünüyor. Bilhassa tarih, siyaset ya da felsefe gibi konularda vecizelerden, ufak hikâyelerden ya da aforizmalardan hoşlanan kitleler bunların anlatıldığı programlara yahut kitaplara bayılıyorlar. Buna bir diğer örnek son yıllarda bahçedeki ot gibi biten etimoloji kitapları. Kelimelerin tarih içerisindeki semantik/morfolojik serüvenlerine dair hikâyelerin biraz da içerisinde ahlâkî yahut tarihî biçimlerde aktarılmasıyla bir araya getirilen etimoloji kitapları büyük ilgi görüyor.

Hem medya hem sosyal medya hem de popüler akademik yayıncılığın artması -tabii ki buna duyulan ilginin artmasıyla paralel olarak- yani bilgiye erişim vasıtalarının çoğalıp yaygınlaşması, bilginin demokratikleşmesi vâkıasını da beraberinde getirdi, yani buna bugün böyle deniyor. Demokratikleşmeden anlaşılan tabii ki müspet bir durum olsa da ben buna katılmakta güçlük çekiyorum. Çünkü başta teknolojinin ve bu teknolojinin ötesinde kullanışlı entelektüel figürlerin vasıtasıyla ulaşılan bilginin epistemolojik meşruiyetinin ne denli sınanabilir olduğundan şüpheliyim. Dahası, entelektüel/akademik bilginin bu kadar yaygınlaşıp, kolay edinilip sözde demokratikleştirilmesinde bu kadar olumlu olanın ne olduğunu da anlayamıyorum. Bu durum, kendi meslekî uzmanlığı tamamen konu dışı olan kimselerin bulundukları her ortamda İlber’le Celal gibi takılmaları gibi cringe bir duruma sebebiyet veriyor. İnsanlar bilgiyle meşgul olmaktan ziyade bilgiyi elde tutup bunun getirdiği iktidardan hoşlanıyorlar. Adını koyalım, entelektüel olmak sanılan şey yani malumatfüruşluk, bilginin kendisiyle kurulan sağlıklı ve dolayımlı bir ilişkiden ziyade bunun fetişleştirildiği ve bayağılaştırıldığı bir sosyokültürel sendrom.

Tabii demokratikleşme adı altında bilgiyle iştigâlin ayağı düşürülmesi olayının karşısında bir entelektüel yahut akademik elitizm savunduğumu söyleyemem. Haddinden ziyade okumuşluğun yahut bilmişliğin yarattığı körleşme insanın bağını sosyolojik gerçeklikten kopardığı gibi biraz ahmaklaştırıyor da açıkçası. Alanında uzman akademisyenlerin toplumsal ya da siyasi meselelere dair yaptıkları saçma sapan yorumlar buna dair çok ufak bir örnek olarak sunulabilir. Diğer yandan entelektüel bilgiyle kurulan hastalıklı bir saplantı ilişkisinin kimseye ulaşmayan, hiçbir yere varmayan bir mastürbasyona dönüştüğü de söylenebilir. Fildişi kulesindeki entelektüel motifi oldukça klişe olsa da yerinde. Ancak akademide de durum farklı değil. Çalıştığı, uzmanı olduğu alanı saplantılı biçimde bütün dünyası haline getiren ve artık buraya hapsolmuş, gerçeklikle bütün bağını yitirmiş akademisyen modeli de bir örnek. Çalışılan akademik alanla haddinden fazla kurulan saplantılı bir ilişki dünyayla sağlıklı bağ kurmayı da engelliyor bu bağlamda. Bu insanlar genellikle çalıştıkları alanı üniversite camiasının en mümtaz, en değerli ve ehemmiyetli alanı olarak gördükleri gibi, kendileri bu alanda kafa patlatıp kalem oynattıklarından mütevellit bu sahayı çoğu kimsenin aklının eremeyeceği ezoterik, kadim, sisli bir sırlar alemi gibi görme eğiliminde olurlar.

Bir grup insan için bilgiyle meşgûl olma, meslekî yani profesyonel bir tarafı olsun olmasın mukaddes bir tarafı da içinde barındırır. Kendilerini münevverler âleminin dervişlerinden gören bu insanlar için bilgi, bağlamından koparılır ve ulvî bir mertebeye yükseltilir. Kitap balyaları içerisinde sosyal medyada fotoğraf paylaşmak, bir çeşit “bedel ödedim/ödüyorum” retoriği aslında ve bu retorik “cehalet mutluluktu ama biz okuyup mutsuzluğu seçtik” saçmalığıyla devam eder. Bilgiyle kurulan hastalıklı fetişizasyon burada da karşımızda durur. Burada esasında söz konusu olan bilginin ulviyeti değil, bunu öne süren şahsın kendisiyle övünmesidir, sözüm ona hiçbir menfaat ve karşılık beklemeden bu işlere kafayı daldırmaktaki erdemle zımnen iftihar etmektir.

Devam edelim, koftiden bir entelektüel modeli olarak sürekli erdem sinyalleyen ve seküler bir ahlâkın bekçiliğini üstlenen tip var. Bu insanların cephanelerindeki mühimmat bir paket halinde gelir: Kozmopolitanizm, çok-kültürcülük, politik doğruculuk, lib-sol değerlerin sloganlaştırılmasından ibaret bir söylemcilik. Sözde eşitlikçi bir dünya için mazlumu zâlim haline getiren bir ilkesizlik biçimi. Aydın fikirli olmanın bu değerlerle denk tutulduğu, günümüz zihniyet dünyasında hastalıklı bir yapı haline gelen sansürcü woke kültürünün egemenliği altında, bu fikirlerden gayrı ve hariçte kalan her fikri faşizm yahut ırkçılıkla eş tutan garip bir tür.

Halbuki tam da bu yazının meselesi olması gereken bir husus daha var. Entelektüel olmaklık ile muhakkak iyi, erdemli, doğru, dürüst ve siyasi açıdan doğru bir yolun tutulmasının eş değer olduğu meselesini tartışmak gerek. Geçenlerde Ümit Özdağ’ın bir gençlik fotoğrafı sosyal medyaya düştü. Arkasında Marksist külliyatın önemli eserlerinin de olduğu bir kitaplık duruyordu, duvarda Adorno vesâir münevverin fotoğrafları asılıydı. Bir yandan gülünen bu durum diğer yandan epey yadırgatıcı bulundu. Bunun sebebi, büyük hassasiyetlerin yön verdiği, yeni model bir neoliberal entelektüel tipinin görüntüye uymamasıydı.

Esasında “entelektüellerin” de kötü, berbat insanlar olabileceklerini ve tarihte de pek çoğunun öyle olduğunu unutuyoruz. Bir yandan entelektüel, her mesele hakkında malumatfüruşluk yapabilen bir şovmen haline gelmiş; diğer yandan bir çeşit memurdan hallice olan homo academicus’un bünyesinde eriyip gitmiş, alamet-i farikasını çeşitli alanlardaki uzmanlıklarda sıkışmış bulmuştur. Girişte de belirttiğim gibi bir ideal entelektüel tanımı yapmayacağım ancak şunu söylemeliyim, entelektüel dediğimiz şey, günümüzde büyük oranda kamusallık ve müdâhillik özelliklerini yitirmiştir. Kamusallıktan da müdâhillikten de kast ettiğim şey televizyonda malumatfüruşluk etmek değil tabii. Ama at izinin it izine karıştığı tuhaf bir dönemde artık entelektüel figürünün de bir kıymet-i harbiyesi kaldığını sanmıyorum. Her şeyden öte, entelektüel bir tartışma ortamının kurulabileceği ortak değerlere sahip bir zeminden yoksunuz. Bilgi alanları alabildiğine genişledikçe her alan kendince bir o kadar da derinleşiyor. Yüz sene kadar önce belki de belli başlı bir alanda literatüre hakim olabilmek mümkün iken artık bir alanı ilgilendiren kimi konulara hâkim olmak, esas literatürü takip edebilmek bile imkânsız hale geldi. Kamusallıktan yoksun bir entelektüalite ya belirli çıkar ağlarının ya da hiyerarşik akademi sisteminin içerisinde kendine yer bulabiliyor. Buna karşın kitap yayıncılığından üniversitelere bütün bir kültür endüstrisi kendince sayısız entelektüeli Neoliberal fabrikasyona uygun şekilde îmal etmeye devam ediyor. Bunun neticesinde artık entelektüel haysiyetten geriye kalan Agatha Christie romanlarından ırkçı ifadelerin, sanki hiç yazılmamışlarcasına çıkarıldığı kupkuru, sığ, bayağı ve üstelik küstah bir hassasiyet pornosu kaldı.

Cem Sili

Cem Sili

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.