Türkiye’de pek az konuşulsa da, bilhassa 2000’lerle birlikte, dünyada refah sistemlerine ilişkin ciddi paradigma değişikliklerinin meydana geldiğini görüyoruz. Bunu neoliberalizm sonrası ekonomi-politik diye tarif edenler de var. Aslında sözü geçen paradigma, Türkiye’de de özellikle çalışma hayatında bir süredir çokça aşina olduğumuz bir sistemi tarif ediyor. Adına sosyal yatırım (social investment paradigm) denilen ve AB’nin son dönemde refah politikalarını oluştururken çok dikkate aldığını gördüğümüz bu yaklaşım bu ayki yazımın ilk bölümünü oluşturuyor. İkinci kısımda ise bu yaklaşımı prekarya üzerinden eleştiriyor olacağım.
Peki, nedir bu sosyal yatırım paradigması? Esas olarak, 21. yüzyılın başında toplumsal risk olarak tanımlanmaya başlayan, toplumsal dışlanmaya sebep olan bazı olguları yönetebilmek adına ortaya atıldı. Bu risklerden bazıları örneğin (1) kadın iş gücünün dünya çapındaki artışı ile bakım alanında oluşan boşluğun ve doğum oranlarındaki azalışın jenerasyonlar arası anlaşmayı bozması (Esping-Andersen, 2009); (2) erken emeklilik ile yaşlı nüfusun refah devletinin omzuna bir “yük” gibi binmesi; (3) eğitim hayatı bitip çalışma hayatına geçiş yapan gençlerin yeni düzenlerine geçişlerinde yaşadıkları zorluklar, geçim sıkıntıları, istedikleri işe girememeleri ve sonuç olarak toplumdan dışlanmaları (Knijn & Smit, 2009).
Sosyal yatırımın amacı kadınları yeniden bakım alanına döndürmek veya gençleri ve yaşlıları kendi hallerine terk etmek değil elbette. Tam tersine, neoliberal ekonominin yaptığı gibi piyasayı güçlendirmek, bütün kesimleri emek piyasasına olabildiğince dahil etmek; bireylerin, hayatın bir döneminden diğerine geçişlerinde sıkıntı yaşamadan piyasada olabildiğince uzun süre kalmalarını sağlamak, insanları kendi kendine yetebilen aktif ve üretici aktörler olarak yeniden metalaştırmak üzere (recommodification) refah devletinin taşıma kapasitesini arttırmak. Fakat neoliberalizmden farklı olarak devleti de bu işe olabildiğince müdahil kılmak.
İşin can alıcı kısmı burası: Her ne kadar neoliberalizm, devletin her türlü müdahalesini sıfıra indirmeye çalışmış da olsa; biz, sosyal devletin görevinin insanları meta-dışılaştırmak (decommodification) olduğunu, yani bireyleri piyasadan bağımsızlaştırarak toplumu kapitalist piyasa sistemine karşı korumak olduğunu düşünürdük (en azından olması gereken buydu). Bugün kapitalizm ve sosyal politikalar arasındaki ikiyüzlü ilişkinin yeni bir boyut kazandığını görüyoruz. Sosyal yatırım paradigması devletin piyasaya karşı görevlerini yeniden belirliyor. Bu görevlerin ana temasında devletin bireyleri piyasaya hazırlaması; piyasaya rağmen değil, piyasa için bir yaşam düzeni oluşturmak üzere “sosyal harcamaları” “sosyal yatırım” olarak yeniden tanımlayarak bir çeşit staj programına dönüştürmesi var. Bunun için de, örneğin, gençken okulda gördüğümüz eğitimden en yüksek verimi alıp çalışma hayatına geçişimizde de stajlar, eğitimler, sertifika programları yoluyla kendimizi sürekli geliştirmeye devam ederek ekonomiye katkıda bulunmamız gerekiyor. Devlet artık bireyleri risklere karşı koruma görevini değil, bireyler riskleri yönetirken onları destekleme görevini üstlenmiş oluyor.
Sosyal yatırım paradigmasının toplumsal dışlanmayı önleyeceği ve prekaryanın önemli bir bölümünü oluşturan okuldan istihdama geçiş sürecindeki genç yetişkinlere umut olacağı düşüncesi özellikle de çalışma saatlerinin inanılmaz uzun olduğu Türkiye gibi bir ülkede en basit tabirle komik kalıyor. Guy Standing (2011), prekaryayı tanımlarken bu sınıfın neoliberal ekonomi düzeni ile birlikte sosyal güvencenin katman katman kaybedilmesiyle ortaya çıktığını yazmıştı. Mesela yüksek tahsilli olmanın her zaman iyi bir iş sahibi olmak anlamına gelmemesi gibi. Prekaryanın yaptığı işler, maaşın düzensiz olduğu, bazen patronun kim olduğunu bile tam olarak bilmediğin, terfi olasılığının pek olmadığı ve iş tanımı veya iş saatleri belli olmayan meslekler.
Standing’e göre prekaryanın büyüme sebebi tam da yeniden metalaşmanın gerçekleşmesi. Yeniden metalaşma demek, emek ilişkilerinin fiyatla ölçülebilir hale gelmesi, arz-talep ilişkisine dönüşmesi demek. Bu da Standing’in bahsettiği sosyal güvencenin yok olması demek. Ekonomi üzerinde hiçbir dönüştürücü etkisi olmayan ve belli yapısal sorunların iyice daralttığı tercihler yelpazesinden bir seçim yapmaya zorlanan prekaryanın her an işsiz kalabilmesi demek. Bu anlamda aslında metalaşma insanı güçlendiren bir şey değil, tam tersine, risklere karşı direnme kapasitenizi elinizden alan bir şeye dönüşüyor. Yine de şunu da belirtmek gerekir: Belli noktalarda sosyal dışlanma emek piyasasına dahil olarak çözülebilir. Ancak, önemli olan şey bu işlerin doğasıdır: Bu işler daha düzenli mesleklere geçiş yapmayı gerçekten sağlıyor mu? Yoksa sizi düşük maaşlı ve güvencesiz işlere mi hapsediyor? Standing’e göre uzun süre işsizlik yaşadıktan sonra kısa dönemli bir işe girmek gelecekte iyi bir gelire sahip olma şansınızı çok düşürüyor.
Amartya Sen (2009) direnme kapasitemizden bahsederken şu ikisinin birbirinden ayrılması gerektiğini vurguluyordu: (1) Bir kişinin, hedeflerini gerçekleştirmesinin o kişinin oynadığı rolden bağımsız olması. (2) Bir kişinin hedeflerine ulaşmasının kişinin çabalarıyla gerçekleşmiş olması. Yani bir kişinin kendi hayatında değişiklikler yapabilecek kapasitesinin ne kadar sınırlı olduğu oldukça değişken bir konu. Buna karşın, gençlerin yaşam tercihlerini belirleyen etken aslında çoğu zaman ne yazık ki ekonomi.
Esping-Andersen, G. (2009). Incomplete Revolution: Adapting Welfare States to Women’s New Roles.Cambridge: Polity Press.
Knijn, T., & Smit, A. (2009). Investing, Facilitating or Individualizing the Reconciliation of Work and Family Life: Three Paradigms and Ambivalent Policies. Social Politics, 16(4), 484-518.
Sen, A. (2009). The Idea of Justice. Cambridge: The Belknap Press of Harvard University Press.
Standing, G. (2011). The Precariat: The New Dangerous Class. London: Bloomsbury Academic.