Ne Siyah Ne Beyaz: “Passing”, Harlem Rönesansı ve Kolektif Kimlik

Son yıllarda ABD’de siyahlara yönelik oldukça artan polis şiddetinin yol açtığı ölümlerin yarattığı endişe ve öfke, 2020 yılında birçok eyalette milyonlarca insanı harekete geçirerek “Siyah Hayatlar Değerlidir (BLM)” sloganı etrafında topladı. Hareketin popülerleşmesinin bir sonucu da dünya sinemasında siyah kültürüne ait anlatıların artarak daha da görünür hale gelmesi oldu: Spike Lee’nin BlacKkKlansman’ı, Steve McQueen’in beş bölümlük Small Axe antolojisi, Judas and the Black Messiah, ve One Night in Miami… aklıma ilk gelen örnekler. Bu filmlerin ortak noktası, BLM hareketinin öncülü olan, altmışlı yılların ABD’sini pek çok yönden dönüştürmüş Sivil Haklar Hareketi’nin etkili olduğu yıllarda geçen, gerçek olaylardan esinlenilen kurgular olmasıdır. Bunların yanısıra konusunu direkt olarak gerçek bir olaydan alan Netflix yapımı olan The Trial of Chicago 7, yine Netflix’te “Blues’un Annesi”nin ünlü olma hikayesini anlatan Ma Rainey’s Black Bottom da bu listeye dahil edilebilir. Ancak 2021 yılında yayınlanan Netflix filmi Passing’in iki farklı yönden bu trendin içerisinde farklı bir yere oturduğunu düşünüyorum. 1920li yıllarda ABD’de Afro-Amerikan topluluğun ağırlıklı olarak müzik ve edebiyatla kendi kimliğini inşa ettiği Harlem Rönesansı döneminde yazılan aynı adlı romandan uyarlanan bu yapım, ortaya konulan bu kimlik anlayışının farklı etkilerini iki kadın karakter üzerinden ortaya koymasıyla yenilikçi bir anlatım sunuyor. Bu yazımda Passing filminden yola çıkarak Harlem Rönesansı ile dönüşen ırk temelli kimlik kavramını, kolektif kimlik literatürü üzerinden bir okumasını yapmaya çalışacağım.

Bunun için öncelikle filmin uyarlandığı Passing romanının ve onun yazıldığı dönem olan Harlem Rönesansı üzerinde durmak faydalı olacaktır. Birinci Dünya Savaşı sırasında başlayan Büyük Göç (the Great Migration) dalgası ile siyahlar ekonomik şartların daha iyi olmasından ve kuzeyde Jim Crow yasalarına dayanarak gerçekleşen linç girişimlerinden dolayı kuzeyden güneye göç ettiler. Göçmenler güneyde özellikle Harlem’de toplandı, çünkü bu bölgede halihazırda orta sınıfa mensup Afroamerikan aileler yaşamaktaydı ve ayrımcılığa ragmen kendi topluluklarını kurabilmişlerdi. Bu göç dalgası ile birlikte gelen; yazarlar, düşünürler, ressamlar Harlem’de Afroamerikalıların ağırlıkta olduğu bir kültür sanat çevresi oluşturdular. Langston Hughes, Zora Neale Huston gibi isimler edebiyat alanında verdikleri eserlerde hep siyahların gündelik hayatlarını işlediler. Resim ve müzik gibi diğer sanat dallarında da tam bir altın çağ yaşanıyordu, özellikle müzikte caz sanatçısı Duke Ellington’ın başını çektiği, Harlem’de bulunan The Cotton Club adlı bar ve burada sahne alan müzisyenler, caz janrında başlı başına bir ekol oluşturdu.

W.E.B. Du Bois ve Alain Locke, Afrikalı-Amerikalı komüniteler üzerine yazdıkları makaleler ve kitaplarla “siyah” kimliğinin inşası için entelektüel zemini oluşturdular. Locke’a göre güneyde bir Yeni Siyah Hareketi doğuyordu, Harlem Rönesansı’na verdiği isim buydu. Ona göre siyahların kırsaldan kente göç etmesi modernleşme açısından olumluydu, zira, siyahlar için kırsal yaşam, beyazların ayrımcı politikaları ve linç tehlikesinden dolayı romantize edilebilir gibi değildi. Kentleşme, beraberinde Amerikanlaşmış bir siyah kimliğini ortaya çıkarıyordu: beyazlar gibi kentlerde ve “düzgün” mahallelerde yaşama amacındaydılar, ancak kendi kültür ve yaşayışlarını bir kenara bırakmadan bunu gerçekleştirebilmeyi umuyorlardı. İşte Nella Larsen’in Passing romanı yeni siyah kültürün bu ikiliğini yansıtan ve yazıldığı dönemin optimizminden sıyrılıp onu eleştirebilen bir eserdir. Gelin bu romana ve uyarlandığı Netflix filmine biraz daha yakından bakalım.

Passing, adını girişte bahsettiğim Harlem Rönesansı hareketi sırasında Afro-Amerikalılar arasında yaygın olan bir pratikten alıyor: Dawkins’e (2012) göre passing olarak ifade edilen, “beyaz olmayanların kendilerini beyaz insanlar gibi temsil etmesi” eylemidir. Bu temsiliyet hem sahip olunan fiziksel özelliklerden (ten renginin zararlı kimyasallarla açılması yani bleaching) hem de süregelen yaşam tarzından başka bir yaşayışa, belki de “beyazlığa geçme” olarak kendini gösterir. Bu geçişin temel sebebi, toplum içerisinde siyah olmanın getirdiği sınırlılıkları aşıp statü atlamak, bir bakıma beyazlar arasında var olmaktı. Roman tam da bu sebeple “geçiş yapan” Clare ile onun tam zıddı şekilde kendi mahallesinde kalmayı tercih eden Irene’in yollarının tesadüfen kesişmesiyle başlar, filmde de bu karşılaşmayı açılış sahnesinde Irene’in gözünden görüyoruz. Irene ile tekrar bir araya geldikçe Clare, tekrardan “siyah olmanın” kendisine ne anlam ifade ettiğini anlar, bir bakıma kendisi olmaya, eski yaşayışına Irene’in çevresine dahil olarak geri dönmeye çalışır. Ancak Irene, herhangi bir şüpheye mahal vermeyecek şekilde kendi ırkına sadık olduğundan ve kültürüne sahip çıktığından, Clare’in tekrardan siyahların arasında kabul göremeyeceğini düşünür. Ona göre Clare zamanında bir seçim yapmıştır ve sonuçlarıyla başa çıkması gerekir. Ancak özellikle filmdeki parti ve dans sahnelerinde Clare’in Irene’in çevresi tarafından kabul edildiğini görürüz. Bu durumu Kaplan’dan (2007) ilhamla yorumlayacak olursak; Clare, kendi ırkına duyduğu “içgüdüsel sadakati” yitirmediği için mahallesine sorunsuzca geri dönebilmişti. Filmde her ne kadar kurgusal bir gereklilikle iki karakter arasındaki çatışma belirginleştirilmişse de, Clare ve Irene’in temsil ettiği ırksal ideolojiler romanda birbirinden üstün tutulmuyor, yani Larsen’in esas amacı ırkın gerçekten ne olduğu sorusunu cevaplamak değil. Kaplan’a göre yazarın yapmak istediği şey ırksal sadakatin bir tercih meselesi değil, ahlaki bir dilemma olduğunu göstermektir, nitekim bir insanın ırksal kimliğini “düzeltmeye” çalışmanın ne kadar imkansız olduğunu romanın sonunda anlıyoruz.

Larsen’in romanının eleştirel bir okumasını yaptığı kitabında Kaplan, 1900-1920 yılları arasında yaklaşık 355 bin kişinin beyazlığa geçiş yaptığını o dönemin gazete haberlerine atıfta bulunarak söylüyor. 1920li yıllara gelindiğinde ise bu pratiğin Harlem Rönesansı döneminde bile devam ettiğini edebiyattaki yansımasından görebiliyoruz: Larsen’in romanının yanısıra Jessie Fauset de Plum Bun romanında benzer şekilde daha iyi bir iş bulabilmek adına geçiş yapan Angela’nın hikayesini anlatıyor. Peki Harlem Rönesansı gibi Afrikan-Amerikan kökenlerin benimsendiği, “siyahlığın” kültürel bir sermaye haline geldiği bir dönemde hala beyazlığa geçiş yapan insanların olması nasıl açıklanabilir? Bu noktada Harlem Rönesansı’nı kültürel bir hareket olarak tanımlayarak kolektif kimlik yaratmadaki eksikliğini literatür üzerinden tartışmak yararlı olabilir.

Toplumsal hareketlerde kolektif kimlik, hareket içerisinde yer alan bireylerin bir aidiyet duygusu ile hareket etmesini sağlamak için gereklidir. Diani ve Della Porta’ya göre kolektif kimliğin inşası, bu kimliğin içeriği ile yapılan eylemin arasındaki ilişkiye bağlıdır (2020, 126), yani ortak değer yargıları ve kültürün yanısıra ortak deneyimlerin de bir araya gelmesi gerekebilir. Harlem Rönesansı döneminde oluşturulmaya çalışılan kolektif kimlik, bu gibi ortaklıkların azlığı sebebiyle dışlayıcı bir kimlik olarak nitelendirilebilir. Bu dışlayıcılık, halihazırda devam eden beyazların ayrımcı Jim Crow yasaları ile birleşince, siyahlar için linç tehlikesinden kaçmak için beyaz kimliğe geçiş yapmaktan başka bir seçenek kalmamış gibi görünüyor. Ancak unutulmamalıdır ki kolektif kimlik oluşumu kişisel değil, toplumsal bir süreçtir ve “sürekli olarak yeniden tanımlamalara açıktır” (Diani ve Della Porta, 2020). Harlem Rönesansı her ne kadar siyah kimliğin temsiliyeti için özellikle sanatsal anlamda altın bir dönem olarak tanımlansa da, kolektif bir kimlik oluşturma idealinin başarılı olup olmadığı ilgili dönemde dahil eleştiri konusu olmuştur. Sonraki onyıllarda topyekün bir hak mücadelesine dönüşen Sivil Haklar Hareketi ile aradan geçen süreçte kolektif kimlik ortak eylem deneyimleri ile şekillenmiştir. Günümüzde de siyahlara uygulanan kontrolsüz şiddet ve adaletsizliğe karşı yeniden eyleme geçen bu topluluklar, daha kapsayıcı bir anlayışla LGBTIQ+ ve feminist hareketler ile de dirsek temasındadır.

Bu yazımda çok etkilendiğim Passing filmi ve Nella Larsen’nin aynı adlı romanı üzerinden üzerinden ırk temelli kimlik kavramının kolektif kimlik literatürünü kullanarak Harlem Rönesansı bağlamında bir eleştirisini ortaya koymaya çalıştım. Günümüzde passing konsepti form değiştirerek hala pratikte varlığını sürdürüyor, koyu tenli olmanın çirkin, açık tenli olmanın ise güzel olduğu yönünde, özellikle kadın aktörler ve modeler üzerinden bir güzellik algısı yaratılıyor. Elle, Vogue gibi büyük dergilerin moda çekimlerinde koyu tenli modellerin ten renklerini ışıklandırmalar veya photoshop yardımıyla daha açık hale getirmesi bilinen bir gerçek (Phoenix, 2014). Ancak bu gibi örtülü veya açık olarak yapılan ayrımcı eylemlerin, siyahların kendi kimliklerinden uzaklaşmasını değil, tam tersine kendi kültür ve değerlerine daha da sahip çıkmasını ve bu kimlikten gurur duymalarını sağladığını düşünüyorum. Yazının başında örnek verdiğim yapımlar ve daha niceleri, direkt veya dolaylı olarak bu amaca hizmet etmekle kalmayıp, 1920li yıllarda siyahları kimliksizleştirmeye çalışan, beyazların inşa ettiği Amerikan modernleşmesini yeniden şekillendiriyor.


  • Phoenix, A. (2014). Colourism and the Politics of Beauty. feminist review, 108(1), 97-105.
  • English, D. K. (1999). Selecting the Harlem Renaissance. Critical Inquiry, 25(4), 807-821.
  • Wall, C. A. (2016). The Harlem Renaissance: a very short introduction. Oxford University Press.
  • Della Porta, D., & Diani, M. (2020). Toplumsal Hareketler. Çakır, C. Gülbudak,(Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
  • Larsen, N., & Kaplan, C. (2007). Passing: Authoritative Text, Backgrounds and Contexts. Norton.
  • Dawkins, M. A. (2012). Clearly invisible: Racial passing and the color of cultural identity. Baylor University Press.
Elif Akın

Elif Akın

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.