KPSS sorularının bazılarının bir yayınevinin sorularıyla aynı olması pek çok tartışmayı beraberinde getirdi. Uzun zamandır devlet memuru alımlarında yapılan sözlü mülakatların puanlaması, KPSS’de yüksek derece yapmış kişilerin mülakatlar sonrası geriye atılması gibi tartışmalar gündemdeydi. KPSS’deki soruların başka bir yayınevinin soruları ile aynı çıkması kamuoyu için bir açıdan Susurluk Skandalı’na benzetilebilir. Susurluk öncesinde devlet görevlileri, siyasetçiler ve mafyanın bir ilişkisi halkın belli bir kesimi tarafından komplo teorisi olarak görülse de Susurluk Skandalı sonrası bu durum su götürmez bir gerçek haline gelmişti. Bu krizin siyasetçiler tarafından Susurluk Skandalı kadar üzerine düşülmesini ve o raddede kamuoyu tepkisi almasını beklememek gerek ancak KPSS skandalı toplumun en iktidar yanlısı kesiminin bile kabul etmek zorunda kalacağı bir husus.
KPSS’nin toplumda gelir düzeyi düşük gruplardaki önemi çok fazla. Birçok insanın hayatını bir ölçüde garantiye almasını sağlıyor. Bunun ötesinde KPSS devlet memuru alımı için yapılan bir sınav olduğu için de liyakat ilkesi öne çıkıyor. Ancak KPSS’nin ötesinde bu yaz lise ve üniversite geçiş sınavlarına baktığımızda problemin “soru krizinden” fazlası olduğunu görüyoruz. Eğitim sistemi artık karşısındakilere hiçbir şey vermiyor. Türkiye’deki alt ve orta gelir grubundan gelen kişilerin üniversite sonrası daha iyi maaş alıp daha iyi koşullarda çalışma isteği bariz. Orta ve alt gelir grubunun alım gücünün enflasyon karşısında eridiği ve genç işsizliğin çok yükseldiği bu zamanlarda dört sene üniversite okuma motivasyonu da haliyle azalıyor. Buna ek olarak içinde bulunduğumuz ekonomik krizde ailelerin üniversite öğrencisinin eğitim ve yaşam masraflarını karşılamasının zorluğunun günden güne katlanarak artması da haliyle motivasyon düşüren bir durum. Eğitim kalitesinden bağımsız olarak üniversite okumak giderek zorlaşırken mezun olunca Türkiye’de kaldığın koşullarda da eline kayda değer bir şey geçmiyor.
2010’lu yılların başında üniversite okuyanların girdikleri ilk işlerindeki maaşlarına denk bir maaşla işe başlamak hayal. Bunun ötesinde diğer tüm yan haklar da açıkça geriye doğru gidiyor. Böyle bir durumda birçok insan için artık okul okumak sadece bu ülkeden gitmeyi kolaylaştırıyor; onun da ne ölçüde olduğu tartışılır. 2010’lu yılların başında Türkiye’de hangi üniversitenin dünyadaki en iyi ilk 500 üniversite arasında girdiği değil hangi üniversitelerin dünyada en iyi ilk 200-300 üniversite arasında olduğu konuşuluyordu. Mesela Boğaziçi Üniversitesi geçtiğimiz 7 yıl içerisinde THE’nin üniversite sıralamalarında ilk 500 bandından ilk 1000 bandına geriledi.
Bu gerilemeyi görmek için oturup sıralamalara bakmaya gerek bile olmadığı aşikar. Büyük bir eğitim krizi var. İktidarın baskıları karşısında üniversite özerkliği kavramı giderek yok oldu. İktidar akademisyenleri yazdığı makalelere hatta akademisyenlerin sınavda sordukları sorulara bile müdahale halinde. Bunun dışarısında değişen yönetmelikler ve yök kanunlarıyla üniversiteler içerisinde rektör iktidar tarafından atanabiliyor. Rektör de istediği herkesi atayabiliyor. Bu noktada liyakatten uzak rektör ve çevresinin hısım akrabalarının atandığı birçok skandal da gün yüzüne çıkıyor. Sadece devlet değil vakıf üniversiteleri de bundan nasibini alıyor. Özerkliğin 2010’lu yılların başında da ne ölçüde ideal olduğu tartışma konusu iken şu an üniversitelerin bağımsız olamaması kaskatı duran bir gerçek halinde. Hükümetin para politikaları ile birlikte gelen ekonomik kriz ve yüksek enflasyon da çok fazla akademisyenin ülkeden gitmesine sebep olurken atanmış rektörlerin bütçe israfları da ortada. Örneğin Boğaziçi Üniversitesi’nin Cinsel Tacizi Önleme Kurulu ofis koordinatörü okuldan uzaklaştırılıp bütçe nedeniyle yeni koordinatör alınamadığı söylenirken Boğaziçi Üniversitesi’ne bu zamandan beri işten güvenlik görevlisi çıkarılmasının ötesinde 50’den fazla güvenlik görevlisi ilanı açıldı.
Hal böyleyken üniversitelerimizin kalitesinin ötesinde “ben diplomamı alayım bana yeter”cilik de artık o kadar mümkün değil. Eskiden iyi kötü bir bölüm kazanan birisi, diplomamı alayım iş bulayım gibi bir düşüncedeyken artık diploma sahibi olmak bir iş bulmak için yeterli değil gibi. Mezun olunca belirli bir iş garantisi bölüm sayısı kaç tane, bunu düşünmek lazım. Tıp fakültelerinin neredeyse tamamı, buna ek olarak Türkiye genelinde vasat ve vasat üstü üniversitelerin mühendislik, hukuk gibi fakülteleri iş imkanı açısından fırsatları geniş olan yerler. Türkiye’nin en iyi 10 üniversitesinin çoğu bölümü de bu iş fırsatı sağlıyor dersek durumun vahameti ortada olacaktır. Zira bu saydığımız tüm kümelerin toplamında 200-250 bin kişilik bir grup oluşmuş oluyor. Mezun olunca iş bulamama korkusu yaşamayacak neredeyse 150 bin kişilik bir kontenjan var. Üniversite sınavına ise toplamda bu sene üç milyon iki yüz yirmi üç bin iki yüz kırk üç kişi girdi. Bunların ne kadarı gerçekten üniversite sınavına hazırlanarak girdi bilmesek bile ortada bir orantısızlık olduğu aşikar. 3 milyon kişiden 250 bin kişilik bir grup mezun olduğunda iş fırsatları açısından ortalama bir beyaz yaka olarak işe girebilecek fırsatı yakalayabiliyor. Bunun dışında kalan birçok mezun işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalıyor.
Bu noktada eğitim sistemi kötü mü gidiyor gibi cümlelerin ötesinde eğitim sisteminde kalitenin, özerkliğin yok olmak üzere olduğu ve mezun olduktan sonra iş bulmanın artık ne kadar zor olduğunu görmek çok da zor değil. Artık çökmüş bir eğitim sistemi içerisindeyiz apaçık ki. Ancak eğitim sistemine dair karşılaşılan herhangi bir sorunu yahut büyük bir skandalı kendisi özelinde değil, liyakatsizleştirilen sistemin bir getirisi olarak ele aldığımızda sorunun parçaları yerine oturuyor. Bu da KPSS skandalının arka planına bakılmaya ihtiyaç duyulmaksızın eğitim sistemindeki yozlaşmışlığın sonuçlarından yalnızca birisi olduğuna işaret ediyor.