Kesinlikle Muhasebesi Yapılmayan Bir “Entelektüel” Mağlubiyet

Kendilerini toplumun ve olayların doğru yorumu konusunda bir referans noktası olarak konumlandıran entelektüel isimlerin bir seçim sonucunu, amiyane tabirle bağıra bağıra gelirken, öngörmek bir yana, en ufak bir kestirimde dahi bulunamamış olmaları, bir çeşit entelektüel mağlubiyet midir? Hasan Cemal’in, KK’nın Cumhurbaşkanı olacağı bir Türkiye’nin meclisinin en yaşlı üyesi olarak yapacağı konuşmayı tam bir inançla hazırlamasını hatırlayalım. Bu tarz durumları, toplumu okuyamama ve doğru öngörülerde bulunamama durumu olarak bir entelektüel hezimet olarak mı tanımlamalıyız? Yoksa seçimden önce muhalif kamuoyu üzerine çöken kör edici “hype” atmosferinin psikiyatrik bir sonucu olarak mı görmeliyiz?

Her iki cevap da makul ve tatmin edici açıklamalar barındırıyor. Bu durumun nedeni, bu öngörüsüzlük durumunun farklı yönlerden, farklı sebepler ve farklı politik pozisyonlanmalar bağlamında -daha net bir ifadeyle, kariyerlerinin belirli bir noktasında- uzun uzun tartışılmasıdır. Ancak tartışılan konuları “değerlendirildi” olarak adlandıramıyoruz. Çünkü bu konular üzerine konuşan kişiler genellikle “ben söylemiştim” ya da “ama zaten imkansızmış” gibi bir tartışmanın ötesine geçemiyor.

Muhalif kamuoyunda kanaat önderi olarak adlandırılan bazı isimlerin, konumlarına paralel olarak seçim sonucuna dair kesin tahminlerde bulunmuş olmaları ve bu tahminlerin başarısızlığı üzerine dahi yeterli bir açıklama yapmamış olmaları veya en iyi ihtimalle konuyu devlet imkanlarının sınırsızlığına bağlayarak geçiştirmeleri, bir mağlubiyeti daha ifade ediyor. İlgili isimlerin çoğunun bu tür bir konumlandırmayı tercih etmesinin sebebi, zaten kariyerlerinin büyük ölçüde pazarlamalarını yaptığı var olmayan zafere bağlı olmasından kaynaklandığını ifade edebiliriz. Ancak bu durumu, yine de ciddiye almak gerekiyor. Bir başka kesim için ise, bu yanılma hali artık haber değeri taşımayan, olağan bir durum haline gelmiştir. Bu, entelektüel mağlubiyetin daha da büyüdüğünün bir göstergesi olabilir.

Bu sözde ağır figürlerin, bu tip bir öz eleştiriye girmeyeceklerini biliyoruz. Hatta, eğer böyle bir öz eleştiriye girerlerse dahi, bunun onların bağımsız ya da toplu çalışmalarında bir rota değişikliği yaratmayacağını da biliyoruz. Velhasıl, bu durumda, karşımıza çıkan karmaşık soru şu oluyor: (a) bugüne kadar denediğimiz teorik çerçeveler, hem kökeninden hem de pratikte yarattığı sorunlardan ötürü başarısızlığa uğramışken; (b) “objektif veri”, “kalitatif analiz” ve “somut inceleme” sloganlarıyla pazarlanan veri odaklı yaklaşımın büyük bir hayal kırıklığına dönüşmüşken ve (c) halkı okumak için gerekli enstrümanları oluşturabilmek veya kullanabilmek için gereken iradenin oldukça zayıf olduğu bir dönemde, ne yapabiliriz?

Türkiye’de yaşamın geleceği, hiç olmadığı kadar büyük bir tehdit altında. Muhalefet’in stratejisi, kendi kurumsal kimliğinden ve nepotik rant/makam/prestij çarkından önce, ülkemizin en saldırıya açık gruplarını canavarın ağzından, dişlerinin arasına atmıştır. Görünen bu mağlubiyetin muhasebesini, kapalı oturum toplantılarında KK’yı mutlak zaferin garanti olduğuna ikna eden bir grup danışmandan ziyade, yine tehdit altındaki gruplar yapıyor. Peki bu durumun, ısrarla görmezden gelinen büyük kibrin ardında bizi ne bekliyor?

Sonuç olarak, bu süreç, Türkiye’nin entelektüel ve politik arenalarında ciddi bir mağlubiyetin yaşandığını ve bu durumun geniş çaplı sonuçlar doğurabileceğini göstermektedir. Entelektüel figürlerimizin ve politik aktörlerin, toplumun şartlarını doğru bir şekilde yorumlama yetenekleri, çoğu zaman kendi kişisel ve profesyonel çıkarlarının önüne geçememiştir. Seçim sonuçlarından ve ardından gelen atmosferden bildiğimiz, bu entelektüel mağlubiyet sadece bir kişinin veya bir grubun değil, tüm toplumun ortak sorunu haline gelmiştir.

Ne yazık ki seçim sonrası yaşananların muhakemesi bize umut vermiyor. Saldırılar arttıkça umarsızlaşan kitlelerin umutsuzluğu 2018 ile karşılaştırılamayacak acı sonuçlar yarattı. Kuramsal ön yargıları ya da kariyerleri için çizdiği yol neticesinde, herkes için “sadece teori konuşuyor, veri nerede?” diye saldıranların doğru düzgün anket yapamadıklarını, yerelde darmaduman olduklarını ve taşra-aile-fakir üçgeninde sıkışmış gençleri dahi ikna edemediklerini gördük. İdeolojik ön yargıları veya kariyer projeksiyonları sebebiyle dünyanın her yerinde ancak dalga konusu olabilecek bir seçim kampanyasının güzellenmesine de şahit olduk. Kurumsal muhalefetin, toplumsal muhalefeti iş bilmez birkaç grup olarak görmeye teşne akli iflası, gelecek için tüm umut ışıklarını, en azından bu metnin yazarı için, söndürecek mahiyette. Yeni bir başlangıç için ilk yapmamamız gereken şeyin kurumsal muhalefetten gelecek herhangi bir çağrıyı direkt kabullenmemek olduğunu ifade edebiliriz. Nitekim bunu yapmayı denediğimiz iki aylık, kendimizi histerik olarak değerlendirebileceğimiz geçmiş zaman diliminde bunun yarattığı karanlık sonuçları birinci elden deneyimledik. Sonuç olarak, dikte, sınırlama ve tahakküm hangi cepheden gelirse gelsin aynı korkunç mahiyeti taşımaktadır. Türkiye’de beraber yaşayabileceğimiz bir yarın için, kurumsal muhalefeti zincirlemiş bu tahakkümün tasfiyesi ve bu tasfiyenin ardından toplumla ilişki yollarının bulunması bu bağlamda bir zorunluluk olarak önümüze çıkmaktadır.

Emin Aslan Özbek

Emin Aslan Özbek

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.