Üniversitede, bölümü ne olursa olsun bütün öğrencilerin almakla yükümlü olduğu bir tarih dersimiz vardı. Bütün derslere aynı hoca giriyordu, şimdi ismini hatırlayamadığım için ona “Kemalist hoca” diyeceğim.
Dersin tarihle ilgisi yoktu pek. Kemalist hoca, tarihi öğrenmemizi veya anlamamızı istemiyordu. “Kemalizm bunları söyler”, demekle de kalmıyor, ideolojiyi allayıp pullayıp ona körü körüne inanmamızı bekliyordu. İnsanların bir ideolojiyi alıp kendi standartlarına göre allayıp pullaması hiç de yabancı olduğumuz bir şey değildi, bu yüzden, “Gerçek Kemalizm bu değil!” diye bağırmakta özgürdük en azından.
Derste zaman zaman hocaya karşı çıktığımı hatırlıyorum. Bu karşı çıkışların, onun fikirlerine en ufak bir etki etmeyeceğini daha ilk günlerden çözmüştüm. Çünkü çok tanıdık bir şeydi bu; bütün eğitim hayatımız böyle geçmişti.
Okul demek, her pazartesi kar kış demeden tören alanında sıraya dizilmek, marş söylemek, müdür ve müdür yardımcıları tarafından azarlanmak, 10 Kasım’larda toplu histeri krizlerine girmek demekti. Ortaokul ve lisede gördüğümüz tarih derslerinde Yunanları denize dökmüş, Almanlar yenildiği için yenik sayılmış, Ermenileri asla ama asla soykırıma uğratmamış olsak da Ermenilerin bunu kesinlikle hak ettiğini öne sürerek aslında soykırıma çok yakın bir günahtan mesul olduğumuzu itiraf etmiş, bunun genç beyinlerimizde yarattığı karmaşanın daha fazla ideoloji ve baskıyla örtbas edilmesine maruz kalmıştık.
Son yıllarda devlet ideolojisiyle beraber, eğitimin de ideolojisi değişti. Çocuklar bir ideolojiden öbürüne savrulurken, bu değişim Kemalistlerin, tıpkı günlük hayatta olduğu gibi eğitim dünyasında da öfkelenmesine ve o tanıdık histeri krizlerini geçirmesine sebep oluyor.
Bu krizlerden birine, birkaç yıl önce bir davet üzerine gittiğim bale gösterisinde şahit oldum. Bale yaptığını sanan ilkokul çocuklarını seyretmek, masum ve tatlı olsalar da gerçekten büyük eziyetti. O güne kadar seyrettiğim en kötü şeyden kat kat kötüydü. Fenası, kolunu bacağını savurup etrafta koşturmanın ve bunu eş zamanlı yaptıklarını sanmalarının onları balerin veya balet yaptığına inandırılmalarıydı. Bu ülke için umut kırıntılarım, sanattan çok uzak bir toplum olduğumuzu kanıtlayan bu gösteriyle bir kez daha yerle bir oldu. Ama sanattan uzaklığın verdiği hayal kırıklığıyla kalmıyordu; yetişkin görünümlü bir grup aptalın, çocuklara bu pespayeliği layık görmesi delirticiydi. Çocuklara aptal muamelesi yapıp büyüdüklerinde aptal olmamalarını bekleme alçaklığına ve ikiyüzlülüğüne nasıl öfkelenilmez?
Üzüntü, öfke ve utançtan saçımı başımı yolmak üzereydim ki, çocukların başarısız gösterisinin büyüklerin rezillikleri yanında solda sıfır kaldığını gördüm. Yanlış şeyler için endişeleniyordum; sanattan hiç anlamıyor, çocuklara aptal muamelesi yapıyor olmamızdan bile daha büyük bir felaket yaşanıyordu sahnede.
Gösterinin sonunda ışıklar karardı, acıklı bir şarkı çalmaya başladı. Bütün gözler spot ışık eşliğinde, koltuğunun altındaki büyükçe bir kartonla yavaş yavaş sahnenin ortasına yürüyen bale öğretmenine çevrildi. Öğretmen sahnenin ortasında durup seyircilere dönünce, elindekinin kartondan bir Atatürk olduğu görüldü. Alkışlar koptu, çığlıklar atıldı… Bale öğretmeni 15 dakika boyunca kartondan Atatürk’le dans etti, bir yandan ağladı.
Bu kapanışın baleyle, dansla, sanatla ilgisi neydi? Çocukların kötü bale gösterisi neden karton bir Atatürk’le sonlanmıştı? İnsanlar tam olarak neyi alkışlıyordu? Ben bile anlamakta zorlanıyorken, çocuklar bu kepazelikten ne anlayacaktı? Gösteri çocuklar için değil, büyükler içindi; onlar dışlanan ideolojilerinin acısını çıkarsın ve öfkelerini boşaltsın, aynı duygular içindeki diğer yetişkinlerden destek alabilsin diyeydi.
Büyükler ideolojik kaygılarını çocukların üzerine adeta boca ediyor. İster İslamcı ister Kemalist isterse aptalist ideoloji olsun, bu saçmalıkların çocukların dünyasında hiçbir yeri olmadığını göremiyor. Çocuklar için güzel dans etmenin bir şey ifade edebileceğini, ama kartondan Atatürk’ün hiçbir şey ifade etmediğini göremiyor. Tıpkı ebeveynlerinin kavgalarını anlamlandıramadıkları gibi, ideolojileri de anlamlandıramadıklarını, onlar için son derece kafa karıştırıcı, travmatik olduğunu göremiyor.
Eğitim, çocukların beynini ideolojilerle, inançlarla betonlamak değildir. Eğitim, beyinleri esnetmek, özgürleştirmek, sorgulayan, değerleri olan, özgüvenli, farklılıklara açık, dürüst, vicdanlı, sağduyulu, eşitlikçi, dayanışmacı, kolektif, mutlu bireyler olmalarını sağlamaktır. Her birinin farklı meziyetlerini, cevherlerini ortaya çıkaran, meraklarını yaşam boyu korumaları, kendilerini sürekli geliştirmeleri ve zenginleştirmeleri için durmaksızın teşvik eden bir girişimler silsilesi olmalıdır eğitim.
Üniversite günlerine dönelim. Ara sıra şansımı deniyor, Kemalist hocanın doğru olmasa bile farklı bir fikre açık olup olmadığını, inandıklarından öteye geçip geçebileceğini görmek istiyordum. Kemalist hoca bir milim oynamadı tabii. Beton bile zamanla aşınıyordu ama hocamız kalıbının içindeyken bile kıpırdanmaya yanaşmıyordu bir türlü. Bu sarsılmazlık ona güç veren, kusurlarını (ve toplumumuzun kusurlarını) örten bir şeydi belli ki ve bu yüzden canlı bir insanın heykel gibi davranmasının komik kaçtığını göremiyordu.
Kemalist hocayı olduğu gibi kabul ettim. Final sınavında, bize anlattığı zırvalıkları harfiyen kâğıda döktüm. Hoca son derste sınıfa girip sonuçları tek tek sesli olarak açıkladı. İsmim okununca elimi kaldırdım.
“Arkadaşınızı alkışlayın, 100 aldı.”
Sınıf arkadaşlarım beni alkışlarken, kendimi kartondan Atatürk gibi hissettim. Yazdıklarım kartondan Atatürk gibi sahteydi ama başkaları tarafından takdir görmüş, alkışlanmıştı. Kemalist hoca, yazdıklarıma inanıp inanmadığımdan bağımsız olarak beni herkesin içinde Kemalizmin neferi ilan etmiş, tıpkı bale öğretmeninin kartondan Atatürk’le dans ettiği gibi benimle ulu orta dans etmişti. Gerçek başkaydı oysa; o an kâğıda döktüğüm şeylerin pek çoğuna katılmadığımı, inandırıcı ve gerçekçi bulmadığımı çünkü en başta yazdıklarımı anlamlandıramadığımı, ayrıca cilvesi bu ya, bir ideolojiyi bu şekilde ezberleyip ona göre yaşamaya çalışmanın her şeyden önce Kemalizmin “değişime ve gelişime açık olma” ilkesine tezat olduğunu söylemem gerekiyordu. Çünkü dersin amacı öğrenmek değil, inandırılmaktı ve ben inandırılamamıştım. Ama Kemalist hocanın yargılarını değiştirmenin atomu parçalamaktan daha zor olduğunu bildiğimden sustum ve benimle dans etmesine izin verdim.
Madem danstan bahsettik, yazıyı da öyle bitirelim.
İyi seyirler!