Recep Tayyip Erdoğan, 17 Ocak 2014 tarihinde İmam Hatip okullarının yüzüncü yılı için verdiği konuşmada kendi dünya görüşü ve bir ideoloji olarak İslamcılığın temellerini fâş ediyor.[1] Erdoğan söze Muhammed peygamberin hayatı ve inancı için verdiği mücadeleden kesitlerle başladıktan sonra meseleyi kendi mücadelesine getiriyor. Burada bir özdeşleştirme söz konusu. Kendi siyasi mücadelesinin meşruiyetini doğrudan İslam peygamberinden aldığını vurguladığı bir girizgâh. Tevbe 40, Hud 112, vesair ayetlerden dini,[2] “üstad” Necip Fazıl Kısakürek’ten, Sezai Karakoç’tan edebi[3] referanslarla konuşmasını süsleyen Erdoğan, bu konuşmasında büyük oranda Fethullah Cemaati’yle hesaplaşıyor.[4] Bütün bu dini ve edebi referans sağanağı ile birlikte salon, bir rock yıldızını dinliyormuşçasına ıslıklar, alkışlar ve çığlıklarla coşuyor.
“Burası bizim öz yurdumuzdur, burası bizim öz vatanımızdır. Biz bu milletin fertleriyiz. Biz bu milletin ta kendisiyiz.” diyen Erdoğan, kendi yarattığı şahıs kültünün, kendi siyasetinin, dünya görüşünün, İslamcılığının ötesine uzanan bir noktaya temas ediyor. Erdoğan, kendisine oy veren kitlelerin ete kemiğe bürünüp bedenleşmiş halidir. Erdoğancılığın psikososyal boyutları bütün tarz-ı siyasetleri aşıyor. İnsanlar bu adamda kendilerini görüyorlar; kendilerini, olmak istedikleri figürü, hayal ettikleri kocayı, babayı, ağabeyi; yaşları büyükse evladı, kardeşi görüyorlar. O, bir idol, ideal. Erdoğan bu insanlarla aynı sosyokültürel zemini paylaşıyor. Bakmayın bugün saraylarda yaşadığına. O, bu insanlarla aynı mizahı, aynı öfkeyi, aynı inançlar bütününü, aynı hüznü, aynı duygu setini paylaşıyor. Bu güç, ideolojiler üstü bir güç. Bir mitingde Erdoğan için “Istırırım onu, yalarım bile” diyen dayıyı düşünün. Erdoğan, tecessüm etmiş iktidardır – ve “millet”tir. Kendisi artık güçlü/muktedir olmayı imlemenin çok daha ötesinde doğrudan iktidarın kendisi durumundadır.
“Reis”, Türkiye’de kültürel anlamda ataerkillik ile kol kola giden paternalizmin dayattığı “güçlü erkek”, “evin direği baba”, “kuvvetli ağabey/koca” figür ve temsillerinin, günlük hayatın eziciliği karşısında çiğnendiği yerde insanlara güçlü hissetme imkânı sağlıyor. Bu temsilî psikososyal iktidar olma hali, oy verdikleri şahsın gücüyle şevk ve cezbe kapılma yahut bir çeşit katarsis meydana getiriyor. Bu anlamda bu halet-i ruhiye, hem ekonomik hem de kültürel ezilmişliğin acısını çıkarma olarak görülebilir. Üstelik bir katarsis, toplumsal tabakalaşma düzeyinde hınca dönüşüyor. Sağlık çalışanlarına yapılan saldırıların Erdoğan’ın dilinde “Giderlerse gitsinler!”e dönüşmesi, Erdoğan’ın yıllar içinde inşa ettiği millet’le ne derece örtüştüğüne dair minik bir örnek. Erdoğan, belki de yıllarca doktorlar karşısında bir çeşit aşağılık kompleksi yaşayan ve “Ah şunun ağzına bir tane çaksam!” diye geçiren magandaların sesi olmayı tercih ediyor.
Diğer yandan Erdoğan iktidarının katalizörlerinden biri de bu “ezilmişliğin” inşası ve yeniden inşası olarak biteviye üretilmesi. On yıllarca Türkiye’de dindarların ezilip hor görüldüğü söylemi artık tarihsel gerçekliğini kat kat aşarak bir mübalağa sanatına dönüşmüş durumda. Öyle ki artık literatürde “İslamcı mağduriyeti” diye bir tabir var. İslamcılığın en büyük iddialarından biri dindar Müslümanların dinlerini yaşamakta çektiği zorluğun yanı sıra başörtülü kadınların üniversitelerde okuyamamaları ve kamu memurluğunda çalışamamalarıydı. AKP ile İslamcıların bu iddialara karşılık talepleri dindar Müslümanların kamusal alanı özgürce paylaşabilmeleriydi. İslamcılar, dindar Müslümanlar adına sözcülüğü devralmış, Müslümanların büyük oranda seküler kültürel etki alanında kalan kamusallığa katılımlarının önünün açılmasını talep ediyorlardı.
AKP’nin yirmi küsur yıllık iktidarında dönüp dolaşan başımıza gelen ve İslamcılığı bir “kanser” olarak tanımlamama sebep olan şey de tam bu “İslamcı dönüş”tü. İslamcı dönüş, mağduriyetin zalimliğe dönüştüğü noktadır. Kamusallığın denetimini büyük oranda elinde tutan İslamcı iktidar, seküler hayat alanlarına nüfuz etme taarruzlarını kesintisizce sürdürüyor. Öyle ki, konser/festival iptalleri, içki kullanımının sınırlandırılmasına yönelik gün geçtikçe artan hukuk kisvesinde yapılıyor gibi gösterilmeye çalışılan ancak gayrihukuki olan “yönergeler”, kadınların kamusal alandaki görünürlüklerine yönelik hareketlere yönelik caydırıcılığın sıfır noktasına inmesi, eğitim alanında dini motiflerin artırılması, kız-erkek öğrencilerin birbirinden ayrıştırılmalarına yönelik söylemler vesair gibi örnekler verilebilir.
İslâmcılığın büyük hilesi, İslâm’dan anladıkları şeyin tek ve mutlak İslam olduğu zannıyla onu sahiplenmek ve de onu temsil etme salahiyetine sahip tek merci olduğunu iddia ederek din ile ideolojiyi örtmesi ve özdeşleştirmesidir. İslamcılık bu yüzden kanser. Ve bu durum, öyle saçma bir dikotomi, öyle saçma bir antagonizma üretiyor ki, Türk siyasetini sarahaten tahlile kalkışmak dahi imkânsız hale geliyor. İslamcılığa itirazlar büyük ölçekte dini bir düzenin yeniden kuruluşuna yönelik korkuları ifade ederken İslamcılığın asıl meselesi otoriter bir dünya görüşü olmasıydı. Halbuki Türkiye’de yaşananları ezelî bir “laik-dinci” çatışmasına indirgemek ve her yaşanan olayı, hakim bir yapı olarak iktidarın kendisini sorgulamaksızın bu dikotomi çerçevesinden okumak, İslamcılığın, demokrasiyi bir amaç değil de araç olarak kullanıp iktidarın ta kendisi haline geldiği süreci tamamen gözden kaçırmak demektir.
Geçenlerde yaşanan ufak bir olaydan söz ederek meseleyi kapatayım. Üsküdar’da geçtiğimiz ağustosta birkaç halka açık konser verildi ve aralarında başörtülü genç kadınların da olduğu binlerce kişilik bir kitlenin eğlendiği videolar paylaşıldı. Bu görüntüler İslamcıları ciddi derecede rahatsız etti ve Twitter’da epey tepki gördü. Bu olay, tek başına İslamcılığın din ve dindarlıkla alakası olmadığını, bilakis, dinin daha otoriter, daha katı ve daha kola yönetilebilir bir toplum mühendisliği için bir araç, bir alet olarak suistimal edildiği bir kanser ideoloji olduğunu gösteriyor. Toplum ve insanlar değişiyor. Başörtülü kadınlar yalnızca konserlere gitmiyorlar, evler tutup özgürce, rahatça eğlenebilecekleri kına gecesi “partileri” düzenliyorlar, alkolsüz şaraplar, şampanyalar tüketiyorlar. Seküler kesimlerle özdeşleşen müzik tarzlarına rağbet ediyorlar. Örnekler çoğaltılabilir. Bunlar yeni şeyler olmamakla beraber artık kamusal alanda çok daha görünür hale geliyor. AKP İslamcılığı yıllar önce liberal saiklerle dindar Müslümanların kamusallığa açılmalarını talep ediyordu. Artık dindar Müslümanlar ve muhafazakârlar, bu kimlikleriyle kamusallıkta boy gösteriyorlar, varoluyorlar. Bir yandan İslamcı tahakküm kamusallığı tektipleştirip sindirmeye ve kontrol altında tutmaya çalışırken diğer yandan kamusallık her paletten farklı renklere bürünüyor. İslamcıların da katlanamadığı şey bu. Çünkü, tekrar edeyim, İslamcılık, İslam’dan anladığı şeyi, tek, hakiki, sahici ve mutlak İslam addederek, bu anlayışın sözcülüğünü üstlenip bu sözde İslam ile ideolojiyi örtüyor ve özdeşleştiriyor. Böylece de dinin, tek hakimi ve sahibi rolüne bürünerek iktidarını pekiştiriyor.
[1]Konuşma “Tarihi Konuşma” adıyla Erdoğan Günlüğü adlı Youtube kanalında bulunabilir (erişim tarihi 16.09.2023).
[2]Erdoğan, kendi de bir İmam Hatip mezunu olarak, ayetleri Arapça orijinallerinden okuyor. Okudukları “Lâ tahzen inallahe meana – Üzülme, Allah bizimledir.” ve “Festakim kema ümirte – Emredildiği gibi dosdoğru ol.”
[3]Karakoç’tan artık talihsiz biçimde Erdoğan’la özdeşleşen “Ey Sevgili” şiirinden meşhur “Kaderin üstünde bir kader vardır” dizesini, Kısakürek’in “Ayağa Kalk Sakarya” şiirinden ise “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” cümlelerini kullanıyor.
[4]“Yerin üstü varken, siyaset varken, meşru mücadele yöntemleri varken yerin altını tercih edenlerden, gizlenenlerden, sinsi bir virüs gibi bünyeyi işgal etmeye çalışanlardan olmadık”