Erich Fromm, Sevme Sanatı kitabında babanın rolünü “toplumsal kabul” olarak verir. Anne bizi, ne olursak olalım sevendir; baba ise bizi sevse de ancak “doğru”yu yaptığımızda onaylayandır. Bu yönüyle bizde toplumu temsil eder. Babalarımız ise genel itibariyle doğrularına takıntılı, bu doğruları tartışmaya açma esnekliğinden uzak, bireysel hakları tehdit gibi algılayıp bertaraf etmeye meyyaldir. Aynı devletimiz gibi. Devlet taraftarlarını korku (aslında kaygı ama bunu bir başka yazıda açıklayacağım) ile yönetir. Daima tek bir hata ve açık ile yok olabilecek bir sistem gibi lanse eder kendini, bu sebeple aykırı otları yolmak gerekir, bunun için gerekirse insani prensipler çiğnenebilir çünkü tehlike vardır. İşte maalesef tüm ahlak, vicdan ve prensip sistemimiz bu düzen üzerine kurulmuştur. Aile içi iletişimimiz, hem de hepimizin aile içi iletişimi, toplumumuzu, dolayısıyla da siyasetimizi böyle yönlendirmektedir. Sandığımızdan daha etkiliyiz siyasette.
Neyse, tehlike kavramını açalım şimdi biraz. Tehlike insanın zihninden çok içgüdüleriyle algıladığı ve tepki verdiği bir olgudur. Hayati tehlike karşısında, ahlakımız ve vicdanımız zaman zaman yerle bir olur. İnsanın bu biyolojik zaafından haberdar olan kanunlar dahi, insanın mesela kendi canını kurtarmak pahasına bir insanı öldürmesini bir noktaya kadar cezada indirim sebebi olarak sayarlar. Çünkü meşhur sözün de ifade ettiği gibi korku, aklın katilidir. Topluma, insana korkuyu saldığınız an, ya da kişi kendi böyle bir korkudaysa prensipleri hiçe sayarak mevcut durumunu muhafazaya sarılacaktır. İşte yeni bir ergen topluma farklı fikirleri ile katıldığında, ilk olarak babasının, sonra çevresindeki diğer büyüklerin onu ezme çabasının sebebi budur. Çünkü otoritenin varlığının devamı için mevcut sistemin korunması şarttır. İyi de neden otorite bu denli mevcut sisteme bağlı?
Bireyin değil cemaatin – sosyolojik olarak cemaat- ön planda olduğu toplumlarda, kişilerin benliğinin kabul edilmesi ve hiyerarşide bir yer edinebilmesi için, yaptırım gücü yüksek “biz”lere dâhil olması gerekir. Örneğin bu yazının yazarı, Türkiye’nin “aydınları” grubuna dâhil olsaydı, bu yazı bir gazete veya dergide olacaktı. Daha fazla kişiye ulaşacaktı. Dolayısıyla yazar, bu mecrada elde edeceğinden daha fazla ilgi toplayacaktı. Oysa yazar bu grupların hiçbirine- ünlü, yazar, gazeteci, gazete veya dergi ahalisi, herkesin ismini bildiği bir orta yaş mensubu- dâhil değil. Dolayısıyla savunduğu şey doğru ve hatta bilimsel dahi olsa, birkaç onaydan ve okunmadan ötesine geçemeyecek. Dahası savunduğu doğrular sebebiyle ezilebilir, dışlanabilir, hakkı dahi yenebilir. Yani sistem yazarı harcayabilir.
Oysa birkaç yazıdır da vurguladığımız gibi, insan yok edilmek tehlikesi yokken dahi, içinde bulunduğu sosyal topluluk tarafından kabul edilmek isteyen bir varlıktır. İnsana; nerede durduğunu, onu kabul eden veya etmeyen topluluk söyler. 1600’lerin zihin yapısının tortularını hala barındıran Türkiye toplumunda sözü dinlenir ve kabul edilir olmak için belli aşamaları kat etmiş olmak gerekir. Orta yaşa gelmek, toplum tarafından onaylanan bir iş sahibi olmak (zengin olmak yani, yoksa işten kasıt burada verimlilik değildir) ve evlenmek. Bu şartlara bir sebepten nail olamayanlar, gençler, fakirler, cahiller, küçük gruplara hitap edebilmeyi başarmış ama daha büyük gruplara sıçrayamamış olanlar, bir diğer deyişle ezici çoğunluk, bu kuralın dışında kaldıkları için her an bertaraf olma korkusunu içlerinde taşırlar. Bu korku, irrasyonel olduğu için, ifade bulabileceği her ortamda kendini belli eder. Arkadaşınızla yaptığınız bir tartışmada uzlaşmacı olmamak, basit bir iş için bile daha güçlü bağlantıları olan insanları devreye sokma ihtiyacı, saman altından iş çevirmek. Hepsi aynı korkudan beslenen farklı karakterlerin verdiği tepkilerdir.
Daha sevimsiz olanı ise, biz bu davranışları devlet gibi büyük güçler üstünde değil, ilk önce kendi çevremizde tatbik ederiz. Tek eşliliği benimsemiş bir toplumun gerekliliğini gönülsüzce yerine getirirken, gizliden eşini aldatan insan, ikametgâh almak için muhtarlığa gittiğinde sıra olmamasına rağmen memur arkadaşını devreye sokarak önemli gözükmek isteyen vatandaş, yakın arkadaşıyla yaptığı bir sohbette basit bir konuda bile, kendi doğrusu ile sevdiği insanı mantıksızca ezmeye çalışan arkadaş. Böylece kısır döngü başlamış olur. Cemaat gücünden halkını vuran bir devlet, bu vurguna adapte olan halk, o halkın aynı korku ile yetiştirdiği siyasiler ve hikâye başa döner…
Kabul edelim, siyasilerimiz uzaydan inme değil. Hepsi bu halkın içinden çıkma insanlar ve gayet de toplum normlarına uygun davranışlar sergiliyorlar. Bizi rahatsız eden onların yaptığı yanlışlar değil, bizi rahatsız eden bu “gerekirse prensip çiğnemek” hakkının a grubunda bulunuyor olması. Biz o güç bizde olsun istiyoruz. Hangi gruba dâhil olursak olalım, doğruyu- yani toplumsal bizleri doğuracak kriterleri- belirleme gücü bizde olsun istiyoruz. Çünkü ancak o zaman olduğumuz insan olarak hangi gruba dâhilsek, o grupta yücelebiliriz.
İkiyüzlülüğümüz;
Halka yalan beyan veren falanca partiye söverken eşimizi aldatmamızda,
Yolsuzluk için falanca siyasiye söverken bir işimizi bir tanıdığa yaptırmamızda,
Falanca otoritenin baskısına söverken, kendimizden asla ve kimse için ödün vermeyen olarak bahsederken kibirlenmemizde saklı.
Şayet biz, bu davranışların kötü olduğu kanaatinde olsa idik, yani prensiplerimiz sürekli benliğimizin bertaraf olma korkusu ile sınanmasaydı da onları koruyabilseydik, böyle insanlar yetiştirirdik ve böyle siyasilerimiz olurdu. Fakat biz, yanlış yöntemleri bize göre “doğru” insanların elinde aklamaya devam ettikçe, ülkede en az bir grubun ezilmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu da intikam döngüsünü doğurur dememe, sanıyorum gerek yok.
Bireyler aile içinde birey olarak görülmeye başlandıkça, benlik algısı geliştikçe ise, parti veya şahıs kim olursa olsun, yani güç nerede toplanırsa toplansın, yanlışı eleştiren özgür fikirli insanlar doğacaktır ki, “davasına sadık” olmamakla hatta “ apolitik” olmakla suçlanan Y Kuşağı, belli bir oranda bu duruma güzel bir örnektir.
Şimdi neden kesimlerin, ayrım fark etmeksizin “güçlü” bir Türkiye talep ettikleri ve kendilerince taraf seçtikleri daha anlaşılabilir oldu. Halkın çoğunluğu, farklı yönetim biçimleriyle güç istiyor. Yani gücü; içinde, benliğinde bulamayan veya bunu çevresine kabul ettiremeyen herkes, onu otoritede arıyor. İşler ne zaman düzelir? Hep birlikte ‘prensip sahibi bir Türkiye’ istediğimizde.