2013’teki Gezi Direnişi, Türkiye’de topyekûn bir halk hareketinin muhtelif sivil toplum kuruluşlarıyla hükûmete ve iktidara karşı fiilen mukavemet gösterdiği son hadise idi. Ondan beridir toplumun yekvücut olarak yaşanan herhangi bir adaletsizliğe, hukuksuzluğa, tahakküme, siyasi yanlışa karşı çıktığını görmek pek mümkün olmadı. Elbette çeşitli zümrelerin çeşitli direniş ve hareketleri olduysa da Gezi gibi ülke sathına yayılıp uzun müddet devam eden ve ses getiren, spontan ancak bir o kadar organize bir hareket söz konusu değil. Ben bu durumu Türkiye’de toplumsallığın yitimi olarak açıklayarak AKP iktidarının kendi mevcudiyetini tahkim etmek için vücuda getirdiği ve gün geçtikçe dozu artan tahakkümün hem nedeni hem de sonucu olarak göstereceğim.
Ara bir not olarak, Türkiye’nin Osmanlı’nın son döneminden başlayarak bugüne gelen sosyopolitik dönüşüm neticesinde bir sivil toplumun Batılı mânada gelişmediğini serdeden muhtelif tartışmaları yeniden başlatarak bayat bir polemiği sürdürme niyetinde değilim. Ancak Türkiye’de belli bir fenomen olarak iktidarı tabir-i caizse kontrol altında tutacak toplumsal bir varlığın mevcudiyetinden söz etmenin zor olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de toplumsallaşma bilinci modernleşme tecrübesini yaşayan muadillerine nazaran farklı gelişti ve toplum olmaya dair bir şuur olarak anlayabileceğimiz toplumsallaşma devleti yahut mevcut iktidarı kısıtlayabilecek bir siyasi mobilizasyon olarak kavranmadığından, toplumun Türkiye’de siyasi bir fâil olarak varlığından söz etmek de muhâldir. Yani, bu bağlamda, Türkiye’de bir toplum olduğundan söz etmek de güçleşir. Tabii ki sınıflar, zümreler ve tabakalar vardır. Toplum çeşitli katmanların yanı sıra kendilerini çeşitli aidiyet temsilleri bağlamında kimlikler olarak tanıtan farklı kolektif kültürel yapılara da ayrılır. Ancak belli oranda çeşitli değerler etrafında kümelenmiş, bu değerlere zevâl gelmesi durumunda harekete geçen bir fiilî ve zihnî yapı olarak toplum adı verilebilecek bir bütünün varlığı söz konusu değil. Bunun da sebebini halihazırdaki iktidarın tahakkümü haricinde, Türkiye’nin sosyopolitik kültürüne içkin bir hususiyet olarak, toplumu [T]oplum haline getirecek muhtelif vasıtalardan yoksun olmakta görüyorum. Bu da toplumsal zeminde hakim fâilin devlet olmasından ileri geliyor ve Türk zihniyetinde paternalist anlayışın bir tezahürü olarak akis buluyor diyerek meseleyi uzatmıyorum.
Bayat bir laf-ı güzaf halinde söylenegelen “Türk toplumu” ifadesinin anlamsız bir laf olduğu zahir. Zira, böyle bir yekvücut, bir bütün halde bulunan [T]oplum’dan söz etmenin imkânsızlığını yukarıda vurgulamak bir tarafa, AKP siyaseti bilhassa Gezi Olayları’ndan beri toplumu muhtelif ayrıklıklara bölerek siyasî toplumsal zemini domine etmekte ve tahakkümünü pekiştirmekte. Çok basit şekilde söylemek gerekirse, Gezi Olayları’yla hukukî bir hürriyet olarak protesto söylemsel olarak marjinalize hale getirildi. “Sokağa çıkmak/inmek” halk dilinde de siyasi anlamda da pejoratif bir hüviyet kazandı. Erdoğan’ın aşağılayıcı anlamda kullandığı en meşhur kelimelerden biri olan “çapulcu” o dönem benimsendi ve espritüel bir anlamda tîye alındıysa da daha sonra yerini ciddiyete bıraktı.
Bütün bunların haricinde AKP’nin yarattığı ruh hali insanları paranoyaya itti. Sokağa inmek bir komplo, dış güçlerin kışkırtmasıyla gerçekleştirilen bir terör eylemi derekesine indirildi. FETÖ’nün darbe girişiminin ardından böyle bir şeyi gerçekleştirmeyi düşünmek dahi hayal oldu. Muhalefetin, “iktidarın ekmeğine yağ sürer” korkusuyla toplumsal hareketlerden uzak kalması da “iktidarın ekmeğine yağ sürmüş” oldu aslında.
Bu anlamda ana akım muhalefet artık tabanından koptu. Muhalefet halk kitlesi yalnızlaştırıldı ve bu yazıya başlığını veren toplumsallığın yitimi gerçekleşti. Doğrudan siyasi olmasa da kökeninde siyasi nedenlerin yattığı pek çok hadisede muhalefet suskun kaldı. Çeşitli yasakların, gözaltıların, baskıların önünde durduğu toplumsal tepkinin gerçekleşmesi için muhalif siyasi organlar, yani bu hususta partilerden söz ediyorum, çekinerek sessizliğe gömüldüler.
İktidar klasik bir stratejiyle korku iklimi yaratarak toplumu siyasi alandan tamamen uzaklaştırdığı gibi, arada bir bağ sağlayabilecek muhalefet de çeşitli çekinceler sebebiyle toplumsal olandan uzak kalmayı tercih etti. İktidar ses çıkmasını istemiyordu. Bunun yanında muhalefet iktidardan koparabileceği 3-5 oy için seçmenleri ürkütmemeyi tercih etti. Bu da toplumsallığı siyasi alandan kopararak siyasetin tıkanmasına neden oldu. Bugün Türkiye’de siyasi ruhun temel kavramı ümitsizlik olabilir. Mevcut hükûmetin, halihazırdaki iktidarın değişmeyeceği fikri yanı sıra muhalefetin pasif-agresif tavırları bireyleri korku ve kanıksanmışlığa itiyor. Bireylerin kendilerini içinde buldukları bu durum, çeşitli ortak değerler kümeleri etrafında toplanamıyor oluşlarıyla beraber ekonomik sebeplerin onları altında bıraktıkları yük, toplumsallığın önünü tıkıyor. Siyasi vaziyetin haricinde iktisadi yapının da çözülüşü, enflasyon ve yıkım insanları başlı başına çaresizliğe itiyor.
Sonuç olarak, Türkiye’de toplumsallığın yitimi iktidarı baskı altına alacak/alabilecek bir halk gücünün önünü kestiği gibi, AKP tahakkümünün yanı sıra muhalefetin iktidarın küçük ortağı gibi durduğu bir siyasi dehşet ikliminde toplum, kendisini siyaseten temsil edebilecek muhtelif yapılardan yoksun durumdadır. Sokağa çıkmanın marjinalize edildiği hatta suç olduğu empoze edilen bir söylemsel zeminde halkın kendisini siyaseten ve hukuken destekleyebileceği bir muhalif yapının yokluğunda Türkiye gibi toplumlar çaresizlik ile bireysel bir ümitsizliğe gömülmeye mahkûmlar.