Geçtiğimiz aylarda, başta TikTok olmak üzere çeşitli sosyal medya platformlarında paylaştığı videolar ile Fransa’da cezaevi hayat koşullarını, orada yaşarken anlatan bir kullanıcı gündeme geldi. Kendisi hapishaneye soktuğu cep telefonu ve SIM kart ile Türkiye’deki birçok insana kendi hayatını gösteriyor. Odasında ocak, televizyon, hatta -tam emin olmamakla birlikte- bir oyun konsolu dahi var. Hapishanede kendine yaptığı yemekler de genellikle et ve tavuk ağırlıklı. Tüm bunların neticesinde, bu yayıncıyı takip eden insanlar gittiği lüks yerleri bu isimle paylaşır oldu.
Bununla beraber, birçok üniversite öğrencisi de Fransa’daki cezaevinin koşulları ile kendi konakladığı öğrenci yurtlarını kıyaslamaya başladı. Bu noktada, Türkiye’de yöneticilerin bazı durumları yönetebilme kabiliyeti üzerine konuşmamız gerek belki de. Eğer Türkiye’de yurt binalarının tavanları biraz daha yüksek olsa, ranzalar iki kişilik ranzadan üç kişilik ranzaya çevrilir miydi? Cevap muhtemelen evet olacaktır. Türkiye’de yüksek enflasyonun beraberinde getirdiği sonuçlardan birisi de apaçık bir barınamama sorunu. Bu krizle en çok muhatap olanlar da yine öğrenciler. Bunun sonucunda devlet ve belediye yurtlarına yönelik yüksek bir talep ortaya çıkıyor. Bu talebin karşılanması konusunda devletin bakış açısı mevcut koşulları kalıcı olarak iyileştirebilecek hatta uzun vadede bu krizi çözecek koşullar yaratmayı hedeflemek yerine, kısa vadeli ve günü kurtarmaya yönelik. Burada bahsettiğimiz “Eğer katların tavan boyları yüksek olsaydı üç yataklı ranzalar ortaya çıkar mıydı?” sorusu da aslında bu ayrıma yönelik. Sonuçta, devlet bu kriz sırasında daha iyi ve daha fazla kapasiteli yurt imkanları sağlamak yerine bir insanın ihtiyaç duyduğu ve az da olsa sahip olduğu kişisel alanlardan kısarak daha yüksek yurt kapasitesi sağlamayı amaçlıyor. Bu bağlamda, yurt dediğimiz alanlarda ders çalışmak, oturup dinlenmek ya da başka şeyler için bile uygun bir alan bulunamaz hale gelmiş durumda. Devletin bu krizle uzun vadeli başa çıkmayı hiç unutmadan günü kurtarmaya yönelik geliştirdiği çözümleri ise herkesi mağdur ediyor.
Bahsettiğimiz yurt ve barınma krizini en yakından gözlemleyebildiğim yer ise okulum Boğaziçi Üniversitesi. Kayyum rektörün normalde hazırlık öğrencilerinin büyük bir çoğunluğunun konakladığı ve eğitim gördüğü Kilyos Sarıtepe Kampüsü’nden hazırlık öğrencilerini derslik ve yurt imkanları hazırlanmamış Anadolu Hisarı Kampüsü’ne vermesi büyük bir krizin başlangıcı oldu. Bu konumda bir de üzerine yurda başvuran öğrenci sayısının artması özellikle normalde salon olarak kullanılan ortak alanlara ranza atılmasına yol açtı. Bu krizde özellikle okul yönetiminin çeşitli tarikatlara yönlendirmesi ve bu tarikatların yurtlarında yaşanan olayları düşününce bir önceki yazımda da bahsettiğim gibi iktidar ve onun atadıkları insanları bazı çevrelere bunun yanındaki şartlara maruz bırakıyor. Bizlerse bunun dayanılmazlığı içinde savruluyoruz.
Yurtların kişisel alan ve konaklama imkanlarının ötesinde öğrencilere sağladığı diğer hizmetler de nitelik ve kapsam açısından sert bir düşüşte. Geçtiğimiz hafta çıkan haberlere göre KYK yurtlarında çıkan yemekler tek tip standart hale geldi. Bu menülerin ne kadar doyurucu olduğu tartışma konusuyken bunun üzerine ne kadar sağlıklı olduğunu da konuşmak lazım. Krizle birlikte neredeyse öğrencilere yönelik tüm yemekhaneler makarna ve pilava dayalı menüler sunuyor. Bu konuda sabah programlarının vazgeçilmezi diyetisyenlerden birinin gidip okul ve yurt yemekhanelerini incelemesi gerekiyor. Ortada bariz bir sağlıksızlık durumu var. Bu kadar dar alanda bu kadar kişiyle yaşayıp bu kadar sağlıksız ve yetersiz besinler tüketmenin kişilere ne ölçüde zarar verdiğinin konuşulması gerektiğini düşünüyorum. Bunun tartışılmaya açılmasını sağlayacak uzmanlara ihtiyacımız var.