İster muhalif ister iktidar destekçisi olsun, ülkeleri yöneten iktidarlardan halklara, ezenden ezilenine bir büyüme takıntısıdır gidiyor. Öyle büyüdük, şöyle büyüdük, ama nasıl da büyüdük… Ekonomimiz şöyle büyüdü, GSYH’miz (kapitalist ekonomik büyümenin göstergesi Gayrisafi Yurtiçi Hasıla) şöyle arttı. En büyük adalet sarayını biz yaptık (içinde adalet yok), en mega köprüleri biz kurduk (araç geçmiyor), en yüksek duvarlar (düşen çıkamıyor), en devasa binalar, en geniş yollar, hepsi bizde. Ama “büyüdük de ne oldu?” diye soran yok. Soranlara da adeta “dünya-dışı varlıklar” gözüyle bakılıyor.
Bu dünya-dışı varlıklardan biri de Jason Hickel (seleflerinden “Küçük Güzeldir”in yazarı Schumacher’i de unutmamalı). Hickel, halihazırda okumakta olduğum “Çoğu Zarar Azı Karar” kitabının teşekkür bölümünde bu büyüme takıntısını açıklarken “trans” kavramını kullanıyor, bu kavramı Tara Brach’ın eserlerine borçlu olduğunu da ekleyerek. Trans halimizi Buda’nın uyarı mahiyetinde anlattığı bir hikayecikle ortaya koyuyor, ben de kitaptan aynen aktarıyorum:
“Tek çocuklu bir çift çölde yolculuk ediyormuş. Yiyecekleri azalmış, karınları da epey acıkmış. Fakat büyük bir hırsla gidecekleri yere varmayı kafaya koydukları için yollarını bir türlü değiştirmiyorlarmış. Transa girmiş gibi, birdenbire hayatta kalabilmek için çocuklarını öldürüp yemeye karar vermişler. Nihayet çölü geçip de menzile varmanın büyüsü kaybolunca, transın etkisi sönünce içleri büyük bir keder ve pişmanlıkla dolmuş. Burada ne yapıyoruz? Nereye gidiyoruz? Bütün bunların amacı ne? İnsan varoluşunun menzili ne? Büyümecilik bizi bu sorular hakkında düşünmekten alıkoyuyor. İnsanlığın ulaşmasını istediğimiz noktalara dair kafa yormamızı engelliyor.”
Büyüme takıntısı, halkları birbirine düşürüyor, çoğunluğu açlığa, sefalete, derin mutsuzluklara itiyor, insanlar çarkların arasında sıkışıp kaldığı ızdıraplı hayatlar yaşıyor. Bu da yetmezmiş gibi, gezegenimiz bu anlamsız saplantı yüzünden adeta tükenme noktasına gelmiş durumda. Kâr etmek de yetmiyor, kârın sürekli artması gerekiyor. Hickel, “Hep beraber büyümeye omuz vermeye zorlanıyoruz, böylelikle gezegenimizin geleceğini tehlikeye atıyoruz ve bunu sırf zengin seçkinler daha da zenginleşsin diye yapıyoruz” diyor. Şirketler kârlarını katlayabilsin diye milyarlarca insanın acılarını, gezegenimizin altının üstüne getirilmesini ve ciddi felaketlere kapı açmayı dahi göze alabiliyoruz. Asıl delilik bu değil mi? Sorun şu ki, herkes bu deliliği kanıksamış durumda.
Kapitalizmin tarihinde, büyümenin insanların yaşamında refah artışına yol açmadığı, tam aksine sebep olduğu açık. Hickel, GSYH üzerinden verdiği örneklerle bu meseleyi ele almış. Örneğin, dünyanın en zengin ülkesi ABD’den %80 daha az gelire sahip Kosta Rika, çevre üzerinde en az baskıyı yaratarak en çok refahı sağlayan, dünyanın en ekolojik ülkeleri arasında. Kosta Rika tek örnek de değil.
Hickel, asıl mesele insan refahını artırmak olunca anlamlı bir etki yaratan müdahalelerin yüksek GSYH gerektirmediğini de ekliyor. “Tek yapmamız gereken kamu varlıklarına yatırım yapıp gelir ve fırsatları adil dağıtmak.” ABD, ekonomisini %65 küçülterek, Amerikalıların hayatlarını iyileştirebilir, ayrıca sonsuz büyümenin olumsuz çevresel etkilerine verdiği büyük katkıyı önemli oranda azaltabilir. Böyle bir adım dünyamıza derin bir nefes aldıracaktır.
Türkiye’deki mutsuzluğun en temel sebebi de bu değil mi zaten? Durmadan büyüyoruz ama… Kime büyüyoruz bu kadar? Ormanlarımızı, nehirlerimizi, vadilerimizi, denizlerimizi, kıyılarımızı, şehirlerimizi kurban vermemizin, insanların yaşamında fakirleşmek, adaletsizliğe sürüklenmek, acı, tükenmişlik ve mutsuzluk dışında bir etkisi oldu mu bugüne kadar?
Geleceğimizi tehdit eden en öncelikli soruna, küresel iklim değişikliğine gelirsek… Hem büyüyüp hem yeşil enerjiye geçmek gibi bir şansımız yok. Büyüme devam ettikçe, bütün arabalarımızı elektrikli hale getirmemiz, dünyanın dört bir yanına yenilenebilir enerji santralleri kurmamız da bir işe yaramayacak. Çünkü bütün fosil yakıtları durdurup tamamen yeşil enerjiye geçmek de dehşet boyutlarda malzeme çıkarılmasını gerektiriyor. Malzeme gereksinimi ekolojik yıkımı katmerleyecek, uzun vadede küresel ısınmanın şiddetini tetikleyecek bir durum. Örneğin, rüzgâr türbinleri için neodim çıkarma faaliyetinin %35, güneş panellerinde kullanılan gümüş madenciliğinin %38-105 oranında artması gerekiyor. Bir de enerjinin depolanması var tabii. Tamamen yenilenebilir enerjiye geçiş için 40 milyon ton lityum çıkarılması gerekiyor. Bu da lityum çıkarma faaliyetinin %2700 gibi baygınlık geçirtecek bir orana çıkması anlamına geliyor.1 Bunların hiçbir şekilde “yeşil” veya “sürdürülebilir” olmayacağı kesin. Yenilenebilir enerjiye geçmemiz zorunlu ama büyümeye devam ettikçe, pek bir anlamı kalmıyor.
Büyümeye devam edersek varoluş savaşını kaybetmemiz kaçınılmaz gözüküyor. Küçülmek güzeldir ve işe yarar tek yol gibi duruyor. Dünyayı kurtarmak, imkansıza yakın derecede zor, yıkıcı ve ızdıraplı olanı inatla sürdürmekten vazgeçmekten, küçüklük, basitlik ve sadelikten geçiyor. Güzelliği de burada.
- Dünya Bankası, The Growing Role of Minerals and Metals for a Low-Carbon Future, 2017