Son birkaç günde sporu merkeze koyarak bir spor yazısı yazmak neredeyse imkansız hale geldi. Nitekim bir futbol izleyicisi olarak Dünya Kupası ayı içerisinde futbolcuların fizik yükü, taktiksel savaşlar, averajın önemi gibi detayları yazmayı ve okumayı en çok isteyecek insanlardan biriyim. Fakat günlerdir yapamadım, kafamı Infantino’nun açıklamalarından, aba altından gösterilen sopalardan, soyunma odalarında ulusların bağımsızlığına yapılan saldırılardan kaldıramadım. Futbolun hiçbir zaman futbol olmadığı bir dünyada yaşarken, birazdan bahsedeceğim tüm olumsuz girdilerle birlikte futbolun artık futbol olmadığı bir dünyaya geçiş yaptığımızı hissediyorum.
1863’ten beri bazen kuralları değişerek, bazen takım yapıları, organizasyonlar değişerek bugüne kadar gelebilmeyi başarmış ve dünya üzerindeki en popüler spor olmayı başarmış bu yarışma için -bu kelimeyi özellikle kullanacağım- 2022 yılına geldiğimizde hem taraftarlar, hem oyuncular, hem yöneticiler şikayet ediyor. Ancak bu katmanlardan sosyolojik olarak en çok aşağılanan futbol taraftarları onlarca gardiyan tarafından gözetlenen birer mahkumdan farklı değil.
Bu cümleden sonra nefes alıp verdiğinizde aklınıza gelen tüm holiganizm örneklerini hemen dağıtmanızı talep ediyorum, aynı vizyonu ben de yaşadım ve hayır, şiddetin herhangi bir biçimini savunmak ya da temize çekmek değil niyetim. Sizlere yalnızca bu yarışmayla alakalı olarak hiçbir yaptırım gücü kalmayan ancak yine de her kötü neticeden sorumlu tutulan bir tarafın üyesi olarak yaşadıklarımı anlatmak istiyorum.
Futbolu dünyanın en popüler yarışması yapan en önemli unsur olarak, ben, futbol izleyicisi ve takım taraftarı, Dilşah olarak dünya üzerindeki en güçlü spor organizasyonu ile baş etmek zorunda bırakıldım son birkaç yıldır. FIFA teknik binlerce unsur barındırabilen bir golün güzelliği için benim subjektif görüşlerime değer verirken bir aylık süre için seyahat edecek yaklaşık 2 milyon insan ve ekran başında turnuvayı izleyecek onlarca milyon insanın lokasyon tercihlerini geri planda tutuyor. Bu konumun geri tutulmasını zihnimde tüm fizibilite ve olanak mikserinden geçiyor ve yutkunuyorum.
Başlıyoruz yasaklara. Daha turnuvanın ilk düdüğü çalmadan yine FIFA eliyle dünya görüşüm kısıtlanıyor. Bunu düşünmek için mutlaka bir aktivist, ateşli bir hak savunucusu bile olmanıza gerek yok üstelik. Birdenbire alkol alabileceğiniz alanlar sınırlandırılıyor. Stattan dışarı çıktığınızda İslam tebliği için kurulan küçük danışma merkezleriyle karşılaşıyorsunuz. Bunun sıra dışı olduğunu anlamak için sadece stat dışında tebliği yapılan dinin yerine bir başkasını koymanız yeterli, insan hayalini bile kuramıyor. Saygı…
Buraya kadar bizleri getiren ve mikserle bir çorbanın içinde erittiğimiz her şey birdenbire “yarışma”ya sıçrıyor. Evet. Bir ceza mekanizması olarak sarı kart kullanılıyor. Bu oyunun kuralı, bu oyunun enstrümanı bir gardiyana dönüşüp sizi ve tüm dünya görüşünüzü o tellerin ardında tutmak için bastırıyor. Eğer durmazsanız “yarışma”ya geride başlamakla tehdit ediliyorsunuz çünkü, daha önce hiçbir sporda yapılmamış bir disiplin şekli. Ne yarıştan atılıyor, ne de hukuki bir yargılamaya maruz kalıyorsunuz. Ben, futbol izleyicisi ve takım taraftarı, Dilşah olarak zamanımı, imkanımı ve tutkumu adadığım bir organizasyonda neden geri bırakılmayı kabul ediyorum? Bilmiyorum, yutkunuyorum ve saygı duyuyorum.
Maalesef günümüzün en popüler sporunun taraftar psikolojisi üzerinde garip etkileri var. Bunlardan biri de ne olursa olsun desteklemek ve bir şekilde zevk alabilmek. Bir savunma mekanizması olarak ortaya çıkan bu tepkilerin hiçbiri takımınızın savaşmaktan vazgeçmesini istediğiniz anlamına gelmiyor. Futbol bir yarışma, bir rekabet şekli. Bu haliyle de içerisinde olması gerektiği kadar hırs, mücadele ve saldırganlık barındırmak zorunda. Ancak yine bir yarışmada karşılaşmadığımız şekilde “fair play” isimli gardiyan dikiliyor karşımıza. Elbette ki adil, dürüst ve saygılı bir rekabet herkesin dileği. Ancak yarışmanın sonucunun buna göre belirlenmesi hiç alışılmış bir şey değil. Üstelik bu gardiyan; bir noktada eğer takımınızın taktik ve teknik seçimlerinizi oluşturuyorsa, bariz bir haksızlığa uğradığınız çok açık. İlk iki eşitlik koşulunu karşılayan takımların, sarı kart sayısı ile derecelendiriliyor olması bu sporun içindeki birçok duyguyu öldürme tehdidi. Mikser çalışabilir, olsun, Dünya Kupası bu! Ömrümüz boyunca kaçına şahit olacağız ki?
Derken TV başında görüyorsunuz aile büyüklerinizin öldürülmesinden duyulan hazzı. Soyunma odalarındaki bayraklar, yazılar, övgüler ve yaşatıldığı düşünülen o şanlı ruh, hepsi suratınıza vurulmak için hazır bekliyor. Doğduğunuz toprak başkasının oluyor o yeşil sahada, olur, faul yapmadığınız sürece problem bile olmuyor, tarihe atıf yapan gol sevinçleri hep gardiyanınız. Siz yapamazsınız, oyuncu yapar, takım yapar, teknik direktör yapar. Siz holigansınız, onlar değil.
Tüm bu örneklerden sonra aklımda sadece tek bir soru beliriyor. Kitlelerin afyonu, fakir ve avam sınıfların, gettoların umut ışığı futbol yalnızca ve yalnızca destekçilerinin sosyoekonomik sınıfı sebebiyle mi bu halde? Baştan kokmaya başlamış balığın hiç mi suçu yok? 2018 yılında Forbes’un en güçlü insanlar listesine 75. sıradan giren Infantino’nun bir kaptanlık bandı için gösterdiği sarı kart abasının hiç mi alakası yok?
Futbol, taraftarlarının dışında herkesin servetine servet kattığı bir endüstriye dönüşürken; ırkçı, saygısız, şiddete meyilli diye yaftalanan tek tarafın kim olduğu çok açık. Cebindeki üç beş kuruşa göz dikilen, buna rağmen imkan bulunduğu her an sopayla dövülen taraftarlar olmadan daha kaç Dünya Kupası yaşarız, bilemem. Bildiğim o ki, ben bir futbol turnuvası değil, duvarları gittikçe daralan bir odada çıkış bulmaya çalışan taraftarları izliyor, onlar ve kendim için her akşam üzülüyorum. Bu sorular sorulmadan yapılacak her analizin, her yorumun ve tahminin bile cebime dikilmiş iki göz olduğunu hissediyorum.