Ankara Yanılgısından Kaçıp İstanbul’un Cenazesine Yetişmek

Yaşadıkça edindiğiniz yığınla tecrübeden bazısının ne işe yarayacağını anlamlandıramadığınız anların sayısı zaman geçtikçe artıyor mu? Bu anları bilhassa, tüm yaşantısına tecrübe gözünden bakanların, geçmişinin muhasebe defterinde hep bir ayraç tutup da defteri bir türlü kapatamayanların yaşadığını varsayıyorum. Çünkü bugünün muhasebesini önceki sayfalara atıf vermeden yapamayanların ve parantezler açmadan konuşamayanların, bir başlık altına koyamadığı tecrübelerle anlık boşluklara düşmesine kendimden aşinayım.

Tecrübe: Arapça crb kökünden gelen tacriba(t) تجرِبة “deneme, sınama, sınavdan geçirme” sözcüğünden alıntıdır.[1] 

Yaş almakla ilgisi olduğuna emin olduğum bu boşluğa düşme haline bir diğer sebep de yaşadığımız mekanla kurduğumuz bağ. Zira kendi penceremden bakınca, tüm tecrübeyi hala kutsayabildiğim ve doğru başlıklar altına yerleştirdiğim bir hayat, İstanbul’a taşınana kadar mümkündü. Daha geriye gittiğimde, lise zamanı her gün aldığım gazeteden ilgi çekici haberlerin kupürlerini kesip okul koridorlarındaki panolara iğnelemek için izin alan; üniversitede topluluk arkadaşlarıyla sınıftan çıkıp tüm kampüsü kullanarak, ona müdahale ederek değişim yaratmaya çalışan; mezuniyetten sonra ise artık bütüncül bir gözle Ankara’ya bakıp şehir ölçeğinde işler peşinde koşan, hiçbir yerde olamazsam korkusu yaşamadan ama yine de her yerde var olmaya ve herkesle temas etmeye çalışan birinin kurduğu bir “müdahale” dünyası görüyorum. Bir lise binasından başlayıp kampüse, kampüsten ise şehre doğru genişleyen bir müdahale arzusu bu. Bu dünyada her türlü aksiyon, ne sonuç verirse versin, tecrübe başlığı altına alınabiliyor. Çünkü Ankara, kıyas kabul götürmez ve değişime direnen bir düzende, içinde barındırdığı insana da zihnini düzenlemesi için imkan tanıyor.

Kıyas kabul götürmez çünkü her insanın yaşadığı mekanla kurduğu bağ kendine özgü. Hayatın her alanında olduğu gibi bu bağ da etkiye açık; ancak bu etkinin, kurduğun bağı ne kadar ve nasıl değiştireceği de yine insanın kendine has yöntemlerine ve bakış açısına bağlı. Bu yüzden herkesin Ankara’sı, İstanbul’u, İzmir’i farklı.

Ankara değişime direnen bir şehir, çünkü kurulu. Bir plan çerçevesinde kurulanı muhafaza etmek, değişimi kurulu düzenin sınırları içerisinde gerçekleştirmek, bu sınırlara rağmen yıkılan duvarların yerine daha yükseğini inşa etmek isteyenlerin şehri. Aynı rotayı her gün yürüyenlerin, rotada yaprak kımıldasa hayatında fırtına çıkan insanların şehri. Yeniyi talep etmek için değil eski olanı korumak için protestoyu tercih edenlerin şehri.

Hal böyle olunca, yani sınırları belli bir şehirde yaşayınca, kendine özgü bağlar birbirine değecek uçlar da buluyor. 100. Yıl Çarşısı’nın yıkılmasını istemeyenler bir anda bir araya gelebiliyor. 280 karakterlik bir tweetle Ankara’ya yüklenen çok kişisel bir anlam, anında birçoklarınca sahipleniliyor. Gökyüzüne bakıp da gördüğünü anlatanın ne demek istediğini bir diğeri anlıyor. Tüm bunlar onca farklı bağ kurma biçimlerine rağmen oluyor. Özetle, herkesin farklı farklı Ankara’sı, birinin kendi Ankara’sında buluşabiliyor, tek bir Ankara varmış gibi. Bir başka özetle, Ankara’da ortak değerler ve ortak bakış kendine hala yer bulabiliyor.

Kendimi ve tecrübelerimi güvende hissettiğim, yaşadıklarımın tasnifini kolayca yapabildiğim Ankara’da böylece, sağlam ilişkiler kurdum, uzun süreli rutinler oluşturdum ve yaşadığım mekan için harekete geçtim. Her şey tıkırındayken de bir Ankara yanılgısına düştüm. Yükselen duvarlarına çarptığım, nefes alamadığım, başka şehirlerde başka imkanların, fikirlerin, hayatların var olduğu ve benim tüm bunları kaçırdığım yanılgısına. Bu yanılgının peşine düşüp, İstanbul’un cenazesine yetiştim.

Bu sözcük Arapça carraba جَرِّبَ “denedi, sınadı” fiilinin tafˁila(t) vezninde II. masdarıdır. Bu fiil Arapça carab جَرَب “uyuz” sözcüğünün II. fiilidir.

Karş. Akatça garābu “cüzam, pis ve akıntılı hastalık”, Aramice/Süryanice garəbā “uyuz, kaşıntı”. Arapça fiilin nihai anlamı “hastalık ve mihnet çektirmek” olmalıdır.[2]

Yaşadığım mekanı kendi dünyama göre anlamlandırdığım, sorunları tespit ettiğim, başkalarının dünyasında bu sorunların nasıl anlamlandığını görmeye çalıştığım, yollar aradığım, imkan dahilindeki yollara çıktığım ve tüm bu sınavdan geçebildiğim bu hayatı, kendimle birlikte İstanbul’a taşıyamadım. Çünkü, tecrübeleri tek tek kendi başlığının altına yerleştirdiğim Ankara hayatım, gündelik telaşımı eve varır varmaz bir çırpıda kenara atıp üzerinde düşünmek bile istemediğim bir İstanbul hayatına evrildi.

Çünkü İstanbul, tecrübe edilemiyor.

İstanbul’a taşındıktan sonra gelen kabullenişlerin ilki, İstanbul’un bir değil çok olduğu, benimse bu çoklardan birine taşındığıma dair olandı. Her kabulleniş, bir sorunu çözer ve arkasından yeni sorular sorar. Beylikdüzü’nün uzaklığına dair şakalarla başlayan çoklu İstanbul hayatı, diğer İstanbullara her anlamda nasıl bağlanacağım sorusunu ortaya çıkardı ilk olarak. Bağ kuracak tek bir şehir yerine koca bir dünyaydı burası, “İstanbul ülkesi” denilebilecek kadar kocaman ve çeşitli: Nereyle bağ kuracağım? Nereden başlayacağım? Nasıl ulaşacağım?

Kolaydan başlayıp, denize bakmak oldu ilk işim. Ankara’da gökyüzüne bakan bir başkasının varlığına heyecanlanmak gibi, hep birlikte denize bakınca kolektif bir umuttan ben de beslenirim sandım. İstanbulluların denize bakmadığını anlamak ise hayal kırıklıklarının ilki oldu. İstanbullular birbirlerinin yüzüne dahi zor bakıyorlar, denizi gören çok az. Fakat asıl mesele, denize tek başına bakmak. Çünkü bu, başkalarının kurduğu (ya da kuramadığı) bağların ucunu yakalayamamak anlamına geliyor.

Ankara’dan öğrendiğim ama bir klişenin peşinde kolaya kaçıp İstanbul’da uygulayamadığım tecrübenin, kendi rutinlerini oluşturmak olduğunun farkına vardım. Önce kendi yaşadığım İstanbul’la, çoklardan biri olan Beylikdüzü ile bağ kurmam gerektiğini anladığımda buradaki ilk senem çoktan geride kalmıştı. Daha önce olduğu gibi, Beylikdüzü’nden başlar, İstanbul’a varırım sandım. Böylece suçu maskeye ve karantinaya atıp, Ankara’ya gidiş gelişlerimin bıraktığı eve dönüş hissini de bir kenara bırakıp, kısa mesafeleri yürümeye başladım. Evin önündeki parkta her sabah kitap okudum. Aynı kedileri besledim, hepsine isim taktım. Kahvecileri, korulukları, insanları keşfettim. Bir bisiklet aldım, yürüyemediğim yerlere pedallayarak ulaştım. Bir uydu kentte yaşamanın gereği olarak yakın mesafede ihtiyacım olabilecek her türlü esnafı keşfettim. Böylelikle, diğer İstanbullardan her dönüşümde burayı evim gibi hissetmeye başladım. Fakat, insanın müdahale edemediği, bir saksının yerini değiştiremediği ya da başkalarıyla ortak kaygılarda ya da anlamlarda buluşamadığı bir ortak mekana “evim” demesinin mümkün olmadığını, yaşadığım İstanbul’a tek başıma gücümün yetmediğini anladım. Birlikte hareket geçmesek de ortak anlamlarda buluştuğumuz Ankaralılık halinin en azından yaşadığım İstanbul için geçerli olmayışı yeni bir hayal kırıklığı yaratmış oldu.

İkinci bir hayal kırıklığını aşmak için diğer İstanbullardaki arkadaşlarıma başvurdum. Ankara’da başka bir şehre gitmek anlamına gelen sürelerde, “ortada” dediğimiz yerlerde buluştuk. Ankara kolaylığındaki spontane kahve buluşmalarını, plansızlığın rahatlığını burada yaşayamayacağımı çoktan kabullensem de, arkadaşlarımla kurduğum ve emek isteyen bağları TEM ya da E5 asfaltında, sosyal medya iletişimlerinde sürdürmeye çalışmak hayli yorucu oldu. Geç kalmayı, ertelemeyi ve bunlar için hiç dilemediğim kadar özür dilemeyi öğrendim. Zamanı konfora, tahammülsüzlüğü hoşgörüye, hareketsizliği harekete tercih ettim. Nereye gidersem gideyim eve dönmenin, hatta güvenle eve dönmenin yollarını düşündüm. Dönmeye odaklanan zihnim hiçbir sohbete kendini veremedi. Kendini veremedikçe beslenemedi. Eve dönmeye odaklanan zihnim diğer İstanbulları berrak biçimde göremedi. Göremedikçe de ona dair yeni fikirler üretemedi. Günün sonunda hiçbir yerde olamamaktan korkup, nitekim hiçbir yerde de olamadım.

Bunun, Beylikdüzü’nün uzaklığıyla ilgili olduğuna yönelik yanılgım, Kadıköylülerin Kadıköy’le, Cihangirlilerin Cihangir’le ya da Sarıyerlilerin Sarıyer’le bağ kurabildiğini, diğer İstanbulları sadece bir ziyaret ve gezi noktası olarak gördüğünü anladığımda sona erdi. İstanbul için üretilen bir formüle göre, işin ve arkadaşların neredeyse orada yaşamalısın. İşinin olduğu yerde yaşamıyorsan, eve dönmek için dakika sayar, anı kaçırırsın.

Uzun lafın kısası, İstanbul’da gündelik telaş, bir “telaş” olmaktan ziyade bir “hayatta kalma mücadelesi” olduğu için insana şehri, birbirini ve şehirdeki kendini görmek için alan tanımıyor. Ankara ise aksine, oturmuş rutinler ve düzeninden sebep sağladığı kolaylıkla şehri görmeye, dert edinmeye ve ona müdahale etmeye, “evim” demeye imkan veriyor.

Buraya taşınalı 3 sene oldu. Bağ kurmak için birçok yerden başladım ancak hala nasıl devam edeceğimi bilmiyorum. Bağ kuramadığım bu şehre müdahale de edemiyorum. Ne tecrübe biriktirdin, diye sorsalar, “İstanbullu olmak” diye bir şeyin olmadığını, şehrin sahipsiz olduğunu, İstanbul’un artık kurtarılamayacağını, müdahaleci bir zihnin burada var olamayacağını söylerim. İtiraz eden olursa, müdahaleci zihinlerin kendilerini güvenli bölgelerine, fikirlerini ise akademik araştırma metotlarına hapsettiklerini eklerim. Muhasebe defterimdeki dağınık İstanbul tecrübelerinin arasında kendi başlığını bulabilenler bunlar.

İstanbul’da tecrübe, çalıştığın ve geçmeyi umduğun bir sınavdan ziyade geçmesini ve iyileşmesini beklediğin, küçülen ama hiç geçmeyen iltihaplı bir hastalık gibi. Senelerdir ölüm döşeğinde olduğunu duyduğum, bildiğim; görmeye karar verdiğimde ise bir türlü kaldırılamayan cenazesine yetiştiğim bir şehir İstanbul.

Bu halleriyle biricik İstanbul tecrübemin şu kısacık hayatta bana söylediği tek bir şey var: Çürümüş bir cenazenin üstünde her gün Ankaralılığı özlüyorsan, onun için çalışmaya devam et.

Dolayısıyla İstanbul’u, Ankara için tecrübe etmenin yollarını aramaya devam ediyorum.


[1] Nişanyan Sözlük, https://www.nisanyansozluk.com/kelime/tecr%C3%BCbe

[2] Nişanyan Sözlük, https://www.nisanyansozluk.com/kelime/tecr%C3%BCbe

Seren Erciyas

Seren Erciyas

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.