10 Ekim Sandık Hesaplarına İndirgenemez

7 Haziran 2015 seçimleri Türkiye siyasi tarihi açısından önemli kilometre taşlarından biri. Kürt siyasi hareketinin ilk defa seçim barajına parti olarak meydan okuduğu, AKP’nin 13 yıllık tek başına iktidar olma hegemonyasının sekteye uğradığı, 2012 ve 2013 yıllarında sokakta filizlenen muhalefetin sandığa ne denli kanalize edilebildiğini deneyimlediğimiz bir süreçti 7 Haziran seçimleri. Fakat o dönemden toplumsal hafızamıza en çok kazınan olgu 7 Haziran ve 1 Kasım’daki iki seçim arasında patlayan bombalar olmuştur. Ana akım söylemde yer bulduğu şekliyle, bu süreçte sivilleri hedef alan saldırıların temel amacı AKP’yi tek başına iktidar yapmayan halka gözdağı vermek, seçmeni korkutmak ve böyle bir “seçim kazasının” tekerrür etmesini engellemekti. Nitekim, yine genel kanıya göre, bunda başarılı da olundu. İki seçim arasında HDP’den korkarak uzaklaşan seçmen soluğu en azından bu saldırıları durdurabileceğine inandığı AKP’nin yanında aldı.

Bu yazıda ben, toplumsal düzeyde kabul gören bu diskurun neden hem gerçeklikten uzak hem de kitlesel acıyı saygısızca göz ardı eden bir yaklaşım olduğundan bahsedeceğim. Yazının ilk bölümünde seçim verileri ve 2016 sonrası ittifaklar ve konumlanmaları gibi ampirik verilere dayalı bir şekilde 1 Kasım’da ortaya çıkan sonucun öncesinde yaşanan patlamalardan bağımsız gerçekleştiğini göstereceğim. İkinci bölümünde ise, o dönemde gerçekleşen saldırılarla ilgili “Seçim için değilse peki ya neydi?” sorusuna cevap vermeye çalışacağım.

İlk olarak kitlesel belleğimizin bazı bireylerde oluşturduğu bir illüzyonu düzelterek başlamak istiyorum. Birçoğumuzun zihninde Türkiye yakın tarihinin art arda patlayan bombalarla dolu bir “dönemi” mevcut. Özellikle bu gelişmeleri (artık her ne şekilde ise) uzaktan takip eden bir birey için o dönemin sınırları oldukça bulanık ve iç içe geçmiş şekilde. Ortalama bir seçmenin zihninde o “dönemde” patlayan bütün bombalar bu iki seçim arasına tekabül ediyor. Oysaki bu iki seçim arasında düzenlenen iki bombalı saldırı mevcut: Suruç ve 10 Ekim. Ankara’daki diğer iki patlama yakın dönemde olsa da aslında 1 Kasım seçimlerinden sonra. Dolayısıyla Kasım 2015’te AKP’yi tek başına iktidar yapmanın her geçen gün zarar gören toplumsal huzur ve barışı geri getirmekle yakından uzaktan alakası olmadığı oldukça açık. 2015 ve 2016 yıllarında Türkiye’de artık iyice gün yüzüne çıkan ve gündelik hayata tesir eden toplumsal hoşnutsuzluğun ve çatışma halinin durgunlaşması da demokratik bir sürecin sonunda gelen siyasi istikrara değil, OHAL dönemiyle başlayan ve her geçen gün kendi içinde yeniden üretilen totaliter rejimin uyguladığı baskı ve sindirme politikalarına bağlı. Tüm bunlar gösteriyor ki toplumsal yaraya neden olan patlamalarla seçim sonuçları arasında aslında doğrudan ve anlamlı bir ilişkisellik mevcut değil.

Peki gelelim 7 Haziran’da HDP’nin çağrısına o veya bu nedenle olumlu dönüş yapan bir grup seçmenin patlayan bombalar sonrasında ülkenin içinde bulunduğu güvensiz ve istikrarsız ortamdan dolayı hissettiği baskı ve korkuyla HDP’ye sırtını dönüp AKP’yi yeniden tek başına iktidar yaptığı iddiasına. Öncelikle, şahsen ben bu seçim sürecinde, hatta öncesinde ve sonrasında da, HDP’nin attığı birçok yanlış adım olduğu kanısındayım. Çözüm Süreci’nde AKP’yle masaya oturmak, pazarlıklar yapmak, tavizler vermek bunların başında geliyor. AKP kendi payına düşeni yapmayıp süreci sekteye uğrattığında HDP seçime parti halinde girme kararı alarak cevap vermeyi seçmişti. O gün Demirtaş bu kararı açıklarken sadece bir tek cümle kullandı: “Seni başkan yaptırmayacağız”. Bu durum gösteriyor ki Çözüm Süreci boyunca süren müzakerelerde HDP’nin Erdoğan’a teklifi buydu. Masada HDP’nin 10 maddelik şartına karşılık Erdoğan’a siyasi destek ve başkanlık sözü duruyordu. AKP verdiği sözlerden döndüğünde Erdoğan için başkanlık teklifi de masadan kalkmış oldu. Sonrasında girilen Hendek süreci ve tek taraflı bağımsızlık açıklamaları da Kürt siyasi hareketinin onlarca yıldır uğruna mücadele verdiği barış ve özgürlük ideallerine yaklaşmak konusunda oldukça başarısızdı. Nitekim sonrasında AKP’nin Güneydoğu’da başlattığı operasyonlarla verdiği ölçüsüz cevap hem toplumsal huzur ve barışı hiç olmadığı kadar uzaklaştırdı, hem bölgenin tarihi ve kültürel yapısında geri dönülemez hasarlar bıraktı, hem de sivillere karşı işlenen suçlarla toplumsal utanç adına yeni bir kanlı sayfa yazdı.

2009-2015 yılları ve Çözüm Süreci için birçok şey yazılabilir ama bu yazının çerçevesinin çok fazla dışına çıkmış olurum. Tüm demek istediğim, 2015’teki iki seçim arasında HDP’nin attığı veya atmadığı adımlarla ilgili eleştirilebilecek birçok olgu mevcut. Fakat “HDP seçmeni bombalardan korktu, yüzünü AKP’ye döndü” kesinlikle bunlardan biri değil. Şimdi size seçim verileriyle aslında ne olduğunu anlatayım. 1 Kasım’da 7 Haziran’a göre aldığı oy sayısını artıran sadece beş parti var: AKP, CHP, Türkiye Komünist Partisi, Halkın Kurtuluş Partisi ve Hak ve Özgürlükler Partisi. 5 ay önceki seçime göre AKP yaklaşık 4.5 milyon daha fazla, CHP yaklaşık 1 milyon daha fazla, HDP yaklaşık 1 milyon daha az, ve MHP yaklaşık 2 milyon daha az oy aldı. Ayrıca, Haziran seçimine göre, Kasım’daki seçimde kullanılan geçerli oy sayısı yaklaşık 2 milyon daha fazlaydı. HDP’deki oy kaybını hem kafası karışık muhalif seçmenin yaşadığı hayal kırıklığından sonra CHP’ye dönüşüyle, hem de TKP, HKP, ve HAK-PAR’ın sürpriz bir şekilde oylarını yükseltmesiyle açıklayabiliriz. AKP’nin “seçim başarısında” etkili olan unsurlarsa, çok açıkça görüldüğü üzere, hem küstürdüğü seçmenini şu veya bu şekilde sandığa geri çekebilmesi, hem de gerek MHP ve Vatan Partisi gibi faşist partilerden, gerekse BBP ve Saadet Partisi gibi muhafazakar partilerden imdadına yetişen oylar oldu. Sonrasında kurulan seçim ittifaklarının da neredeyse tamamen aynı çizgide seyretmesi bu yüzden hiç de şaşırtıcı değil.

Yani demem o ki, iki seçim sonucu arasında oluşan bu büyük farkın arada geçen süre zarfında patlayan bombalarla pek de alakası olmadığı aşikar. 1 Kasım 2015’te tanık olduğumuz şey bir faşistin dara düştüğünde bir başka faşistin yardıma koşmasından başka bir şey değildi. Bu açıdan baktığımızda Türkiye’nin huzuru, barışı, refahı ve geleceği üzerindeki ipoteği kaldırma hayallerimizi neredeyse tamamen ortadan kaldıran AKP-MHP ittifakının kuruluşu 15 Temmuz 2016 tarihinden daha öncesine dayanıyor. Dolayısıyla internet ortamlarında şakası dönen “Ortalık çok karıştı ben yine reise vereceğim” şakasının siyasi gerçeklikle yakından uzaktan alakası olmadığını görmekte fayda var. O dönem yaşananlar “Ortalığı karıştıralım ki oyumuz artsın” gibi bir sandık hesabına indirgenemeyecek şeyler. Bu yaklaşım bizim faşizmin toplumsal barış ve özgürlüğümüze açtığı topyekun savaşı doğru algılama yetimizi kısıtlamaktan başka bir işe yaramaz.

Yazının bu noktaya kadar olan bölümünde patlayan bombalarla değişen seçim sonuçları arasında anlamlı bir ilişkiden söz edemeyeceğimizi, seçim sonuçlarını bu denli değiştiren esas unsurun kurulan sağcı, faşist ittifak olduğunu gösterdiğimi düşünüyorum. Şimdi bahsetmek istediğim şey ise o dönem patlayan bombaların seçim hesaplarından bağımsız ne şekilde ele alınabileceği. Cumhuriyet tarihinin her bir karışı gibi, o dönemlerde yaşananları da siyasetten bağımsız düşünmek bir hayli güç. Dolayısıyla o dönemki saldırıların seçim hesaplarından bağımsız ama hala politik olan bir yani tabii ki mevcut. Fakat konuşulması gereken tek unsur bu değil. Suruç’u ve 10 Ekim’i konuşurken yarattığı kitlesel travmadan, duygusal tahribattan, ve yitirilen sevdiklerimizden bahsetmemek mümkün değil.

İşin politik kısmıyla başlayalım. O dönem Suriye’nin kuzeyinde IŞİD’in Kürt direnişi karşısında her geçen gün zayıfladığı ve mağlubiyete yaklaştığı zamanlardı. Bu durum hem IŞİD’e karşı verilen küresel ölçekteki mücadele için, hem de bölgedeki diğer ülkelerin iç dinamikleri için büyük önem arz etmekteydi. Türkiye’de Erdoğan çok ciddi bir sokak muhalefetiyle karşı karşıya kalmış, en büyük müttefiki olan Gülen cemaatiyle arasını açmış, ve Suriye’nin kuzeyindeki gelişmeler çerçevesinde Kürt siyasi hareketiyle masaya oturmak zorunda kalmıştı. Fakat bana sorarsanız Erdoğan’ın müttefiklik stratejisi bundan daha farklıydı. İktidarının devamlılığının mutlak otoriteye ve denetlenmemeye bağlı olduğunun farkında olan Erdoğan, kendine iki yeni müttefik bulmuştu: Siyasi hegemonya için Bahçeli ve MHP, toplumsal hegemonya için IŞİD. Bence bu ittifaklarda hem “düşmanımın düşmanı dostumdur” şiarı, hem de dünya görüşlerinin benzerliği eşit düzeyde rol oynadı. Erdoğan-Bahçeli ilişkisinin bir sonucu olan 1 Kasım seçimlerinden az önce bahsettim. Yine bu ilişki özelinde yazılabilecek binlerce kelime mevcut; ve yine tüm bu şeyler bu yazının kapsamının dışında. Fakat biraz IŞİD-AKP ilişkisinden bahsetmek gerekiyor.

Ortaklığın amaçları oldukça açık. Hem AKP’nin hem de IŞİD’in hem Suriye’de hem de Türkiye’de elde edebileceği kazanımlar vardı. Bu birliktelikle AKP Suriye’de güçlenen Kürt hareketinin büyümesini engelliyor ve güney sınırlarında kurulabilecek bir Kürt devletinin önüne geçiyordu. İçeride ise hem Suriye’deki bu gelişmelerle cesaretlenen Kürt hareketinin elini zayıflatıyor, hem de IŞİD’e açtığı alanla ilerici toplumsal muhalefete sopa gösteriyordu. IŞİD’in Suriye’deki kazanımı ise, kaybetmek üzere olduğu savaş için çaresizce ihtiyaç duyduğu askeri ve lojistik desteğe erişmekti. Nitekim ÖSO eğitim kamplarından MİT tırları skandalına birçok olay bu ilişkiyi açığa çıkarmıştı. Türkiye sınırlarındaki kazanımları ise küresel ölçekte iyice köşeye sıkıştıkları o dönemde kendilerine yeni bir güvenli liman bulma arayışıydı. O dönemde mahkemeye çıkarılan IŞİD mensuplarının ifadelerinde tek bir ortak tema vardı: “Sınırdan elimizi kolumuzu sallayarak girip çıkabiliyorduk, Türkiye devleti bunun farkındaydı”.

İşte 10 Ekim katliamı da, tüm bu siyasi kazanımlar çerçevesinde, mevzubahis AKP-IŞİD birlikteliğinin doğurduğu bir şerdi. Saldırının azmettiricisi olarak yakalanıp mahkemeye çıkarılan IŞİD itirafçısı Yakup Şahin, duruşmada şu ifadeleri kullanmıştı: “Polisler bana eline sağlık birkaç da çocuk ölmüş ama önemli değil deyip güldüler. Benimle selfie çektirdiler”. Tüm bunlar gösteriyor ki hem Suruç hem de 10 Ekim AKP-IŞİD ortaklığının hem Kürt hareketine hem de Türkiye’de yükselen demokratik, ilerici, özgürlükçü, eşitlikçi taleplere karşı gerçekleştirilmiş politik saldırılardı. Bu saldırılar sadece bu idealleri taşıyan kişilere değil, aynı zamanda bu idealleri merkezine alan ideolojilere ve yaşam biçimlerine de karşıydı. Dolayısıyla bu saldırıların motivasyonu 5 ay sonra birkaç yüz bin oy daha fazla almaktan ziyade, Türkiye’de yükselen aydınlık yaşam arayışını karanlığa boğma gayesiydi.

Fakat daha önce de bahsettiğim gibi, bu saldırıları sadece siyaseten konuşmak en iyi tabirle eksik olur. 10 Ekim’in en büyük gerçekliklerinden biri de şuydu: Biz emekten, özgürlükten, barıştan, adaletten, eşitlikten yana olduğumuz için öldürülmek istendik. Bazılarımız bir şekilde hayattayız ve bugün hala 10 Ekim’de yitirdiğimiz arkadaşlarımızı, kardeşlerimizi, ailelerimizi özlüyoruz ve anıyoruz. Onlar parçalanan bedenlerinin içine sığdırdıkları yaşamlarını, hayallerini, umutlarını kaybetti; bizlerse onlarla birlikte kendi yüreğimizden bir parçayı. Coşkuyla söylenen yaşam ve özgürlük şarkılarının yanına matem ve isyan dolu yakarışları da ekledik. 10 Ekim hem sevdiklerini yitiren bireylerde hem de toplumsal bellekte kapanması çok güç yaralar açtı. Tüm bu acının sorumlularından hesap sormak dostları olarak yitirdiklerimize ve bir insan olarak vicdanımıza borcumuz. Dolayısıyla 10 Ekim sadece yasın değil, aynı zamanda isyanın, özgürlük mücadelesinin, adalet arayışının, barışa olan özlemin ve eşitlik kavgasının da günü. Her 10 Ekim’de bir gözümden yitirdiklerimizle birlikte bizden eksilenlerin getirdiği acının yaşları dökülürken, diğer gözümden onlar ve diğer tüm haksızlığa uğrayanlar için verilen adalet mücadelesinin korları saçılıyor.

Kaybettiklerimizi anıyor, katillerini tanıyoruz.

Mert Karaca

Mert Karaca

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.