Ülkece “kamusal alan”ı anlamakta güçlük çekiyor gibiyiz. Bu iş, geçmişte daha çok parkları çekirdek kabuğuna bulamak ya da denize bebek bezi atmak şeklinde vuku buluyorken artık sokakta seks, metrobüste namaz gibi uç noktalarda tezahür ediyor. Aynı durumun bir diğer yüzü olarak sokakları paylaşamıyoruz da. Orada bizden olmayan kimseyi görmek istemiyoruz: çarşaflı, trans, cübbeli, mini etekli, pembe saçlı. Hatta işi daha ileri boyuta taşıyıp tipten ideoloji analizi yaparak karşıt görüşlüleri de etrafımızda istemiyoruz: bıyıklılar sağa, bıyıksızlar sola, çok sakallılar beriye, uzun etekliler öteye… Özetle kamusal alanı anlamıyoruz.
Kamusal alanı anlayabilmemiz mevcut şartlarda pek mümkün de sayılmaz çünkü ortak alanların kullanım haklarını anlayabilmek için önce Ben ve Sen sınırlarını, sorumlulukları, had ve hudutları anlamamız, otokontrol sahibi olmamız gerekiyor. Bunun için de içselleşmiş bir süperego şart.
Türkiye’nin çocuk yetiştirme yönteminde süperego yani vicdan içselleşmiyor çünkü süperegoyla aramıza nevrotik, kestirilemez otorite giriyor. İlk olarak bu otorite ebeveynler tarafından temsil edilirken zamanla iş devlete kadar varıyor.
Süperegonun içselleşmesi için sınırlar kadar düzen, istikrar ve mantık da gerekir. Bir çocuğa elini ateşe tutmaması gerektiğini kolaylıkla öğretebilirsiniz çünkü alev onu yakacaktır. Üstelik bu herkesçe uygulanacak, istikrarlı bir kuraldır: Kimse elini ateşe tutmaz. Böylece ateşe el tutmamak hemen herkesçe uygulanan, düzenli bir kural olarak, bir sınır biçimi şeklinde çocuğun zihninde yer eder ve sabitleşir. O çocuk yetişkin olduğunda artık ona ateşten kaçınmasını söylemek yersizdir. Ancak bir çocuğa öfkesini kontrol etmesini söyler, sonra siz yerli yersiz öfke patlamaları yaşar, ardından bunun bir hata olduğunu kabul edip çocuktan özür dilemez, geri adım atmaz, moraliniz iyiyken çocuğun öfke taşkınlıklarını tolere eder, sabrınız düşükken ona bir tane patlatır, bazen onun bu haline güler bazen bağırırsanız, çocukta öfke kontrolü içselleşmez, sadece gizlenir. Dahası öfke kontrolü mantıklı bir zemine de oturmalıdır. Örneğin ihtiyaçları görülmediği için öfke krizine giren çocuğun bir de öfkesi bastırılmak isteniyorsa…
Böyle bir çocuk büyüyünce de fırsatını bulduğu- yani otoritenin keyfinin iyi olduğu ya da otoritenin zayıf, yetersiz, kayıtsız olduğu her an öfkesini kontrolsüzce dışa vuran bir yetişkin olur. Yani kural içselleşmez, dışarıdaki şartlara göre salınır.
Bizim ebeveynlerimiz çoğunlukla böyle ama devletimiz de aynı. Örneğin devlet şirket kurmayı sıfırdan başlayan ve sermayesi az biri için imkânsız hale getiriyor, vergileri de çok sıkı denetlemiyor ama vergi kaçırırsanız her an “piyango” size de vurabilir. Vurmayabilir de. Tanıdığınız varsa yırtabilirsiniz. Yırtmayabilirsiniz de. Türkiye’de otoriteler bize önce uygulanamaz, yaşam gereklilikleriyle uyuşmaz kurallar koyuyor sonra bunları bazen denetliyor bazen denetlemiyor, işte bu da bireyler olarak bizde vicdanın içselleşmemesine sebebiyet veriyor. İçselleşmemiş vicdan/kurallar/hudutlar ise otokontrolü imkânsız kılıyor.
Konumuza geri dönelim. Otokontrol sorunu yaşayan bireyler kamu alanı istemez çünkü onlar için kamu sıkışık, onları basan, fazlasıyla darlayan bir alandır. Böyle bireyler her yeri evleri bilmek isterler, her yerden evlerinde bildikleri rahatı beklerler çünkü aksi tamamen sıkışmaktır. Otokontrol sahibi bireyler kendilerini, kimliklerini ezmeden, dengede bir sınırlılıkla hem kendilerinin hem de diğerlerinin varoluşuna alan açabiliyorken, otokontrol problemi olanlar ya kendi alanlarında don katına gezdikleri gibi bir rahatlık isterler ya da öyle alanlar bulamadıklarında aşırı strese girerler.
Bizler otokontrol sahibi olamadığımız için -çünkü içselleşmiş süperegomuz yok- kamusal alan fikrini de sindiremiyoruz: O bize kendimizi tamamen bastırmamızın gerekeceği bir hapishane gibi geliyor. Freni olan araba yavaşlamayı da bilir ancak frensiz bir araç ya kontrolden çıkar ya da tamamen durur. Biz de tamamen durmak fikri bizi bastığı için komple zıvanadan çıkıyoruz. Sokağı aynı evimiz gibi bulmak istiyoruz. Evinde krallığını süren küçük bir oyun çağı çocuğu gibi: Her şey bizim! Şayet evimizde görmek istemeyeceğimiz, bizi strese sokacak, bize yabancı gelecek bir şeyi kamusal alanda görürsek, evimizden kovar gibi kovmak, onu yok etmek istiyoruz çünkü aksi bize, bizim yok oluşumuz gibi geliyor.
Bu yüzden salonumuzun orta yeri gibi metrobüste namaz kılmaya kalkıyor ya da bağıra çağıra telefonla konuşuyor veya aşırı alkol alıp taşkınlık yapıyoruz. Bu işin ucu bazen iyice kaçıyor ve bizden olmayana karşı ciddi nefret suçları işlemeye başlıyoruz. Yıllar önce başörtülü insanların devlet dairelerine alınmıyor oluşu ile bugün ülkedeki LGBTİ+ bireylerin yok olmalarını istemek, bu tip raydan çıkmalara güzel örnek.
Oysa kamusal alan aynı anda hem hepimizindir hem de kimsenin değildir. Kamusal alan, herkese var oluşun izinli olduğu yerdir ancak orada birbirimizi huzursuz etmeden var olmanın ilk şartı otokontrol sahibi olmaktır. Onun da gereği işleyen, mantıklı ve kimsenin kayrılmadığı, kaymalar olursa da bunun kabul edildiği ve tekrar düzenlendiği otoritelerdir ki neyi neden öyle yapmamız gerektiğine dair içsel bir vicdana hep birlikte sahip olalım. Yoksa kalabalıklaştığımız her mahallede, tek bir ayrıksı otu bile görsek yok eden nefret suçluları oluruz. O zaman “mahalle bizim” diyen kabileler oluruz. O zaman birlik içinde, toplumsal sözleşme ile birbirine bağlanamamış yığınlar oluruz.