“Citoyens, vouliez-vous une révolution sans révolution?”
(Yurttaşlar, hiçbir şeyi devirmeyen -devrimsiz- bir devrim mi istediğiniz?)
2017’de gerçekleşen sözde hükümet sistemi değişikliği gibi görünen ancak özde yüz yaşındaki cumhuriyetimizin yaşam suyunu bitiren anayasa değişikliği referandumunu zaman zaman hatırlamak gerekiyor. Bu değişim aslında fazlaca tartışılmış olsa da değişenin ne olduğuna dair isabetli kanı muhalif kamuoyunda özümsenmemiş durumda. Ortada ne iddia edildiği gibi bir “rejim değişikliği” ne de öyle basitçe bir “hükümet değişikliği” vardı. Bu referandumun Türkiye’den kopardığı şey hâlihazırda fazlasıyla sallantıda olan halk egemenliği idi. Onu alıp sadece yüzde 50’nin üzerine eklenen oy sayısına indirgeyen ve toplumun siyaset yapmada tüm kanallarını kapatan en kurumsal -ve ne yazık ki en meşru- değişimdi.
Bu konuyu yeniden tartışmak istememin bir sebebi var. Bir şeyleri ilerletmek, bir şeyleri düzeltmek istersek önce neye bakarız? Gerilemenin ne olduğunu tespit etmeye ve bozulan ne olduğunu anlamaya odaklanmamız gerekmez mi? 31 Ocak tarihinde Altılı Masanın seçimlere üç aya yakın bir süre kalmışken bir mutabakat metni açıkladıklarını gördük. Erdoğan’ın tek başlı yönetim sisteminin ülkede demokrasiyi bitirdiğini, yargıyı yozlaştırdığını, kurumları halk çıkarlarının değil tek bir kişinin ikbalinin peşinden götürdüğü söylediler.
Masanın üyelerinden Ahmet Davutoğlu PolitikYol’daki bir yazısında Altılı Masanın bir sosyal sözleşme çabası olarak meydana getirildiğinden bahsetmiş, bunu da modernleşme tarihindeki çeşitli örneklerle masanın gayretini kıyaslayarak anlatmıştı. Türkiye’nin bir sosyal sözleşmeye ihtiyacı olup olmadığı tartışması bir kenara, olsa bile biliriz ki sosyal sözleşme toplumun mutabakatını temsil eden bir faaliyetin sonucu olmalıdır. Eğer yayımlanan bu mutabakat metnini sosyal sözleşme gayretinin bir startı olarak değerlendireceksek burada bakalım hangi yanlışlar gözümüze çarpıyor.
Üç asır öncenin Fransa’sında, Rousseau, bugün bizim de teorisine dayanarak politik kimliklerimizi edindiğimiz bir şeylerden bahsetmişti. Demişti ki: Demokrasilerde eşit ve özgür bir ideal toplum tahayyülü aranır. (Tıpkı masanın aradığı gibi.) Bunun içinse insanlar birleşmeliler ve bir sosyal sözleşme yapmalılardır. (Tıpkı Davutoğlu’nun masanın yapıyor olduğunu iddia ettiği gibi). Sonra: tüm bireyler tüm haklarını topluma devretmeliler ki böylece birleşik bir irade ile kolektif bir beden -yani kamusal kişilik- ortaya çıksın. (Tıpkı masanın olduğu gibi mi? Ne dersiniz?) Devam edelim: Halk yasama yetkisini egemenliğin sahibi olarak elinde tutmalı. (16 Nisan’da yitirileni hatırlatıyor olmalı. Bir yurttaş olarak en son ne zaman yasamanın bir parçası oldunuz?) Sosyal sözleşme ile kurulan yapının dayanması gereken genel irade asla yanılmaz, çünkü yanılabilir bir şey değildir. Kimi zaman yanlış sonuçları olabilir, o ayrı konu. Ancak asıl hedef genel iradenin temsil olunması ise bu yanlışlar da aslında birer yanılma değillerdir. Demokrasinin tecelli etmesi, halk egemenliğini yaşayabilmesi için ‘genel irade’ dokunulmazdır, her şey ona bağlıdır.
2017’de yitirilen şey genel iradenin vasfının ortadan kalkması ve bu iradenin genel kısmının sadece yüzde 50’yi geçmeye yarayan yüzde bir iki puana sıkışması hali demiştik. Peki ya masanın bizzat kendisi, demokratik sisteme geçmeyi taahhüt eden ve bu düzeni kaldırmaya niyetlenen bir oluşum olarak tüm programını yüzde elliyi geçmeye yarayacak yüzde bir iki puanın baskısına sıkıştırmışsa altılı masa bir sosyal sözleşme gayretine dönüşebilir mi? Mevcut anayasa dahi -ama öyle ama böyle- her ne kadar antidemokratik bir anayasa olsa da belirli bir halk onayıyla meşrulaşmış, yıllar boyu yamalanmış olsa da kırk yılı aşkın bir süredir yürürlükte kalabilen bir sözleşme iken toplumda karşılığı henüz bilinmeyen siyasi partilerin çıkarlarıyla oluşturulmuş bir program nasıl meşru kabul edilebilir, temsil konumu edinebilir? Bunca yıllık tahribattan ve çekilen cefadan sonra ortaya konan bir mutabakat metni bu anayasanın dahi gerisine nasıl düşmeyi nasıl başarabilir? Kalabalıklar Erdoğan’ın politikalarından bıkıp ne olacaksa olsun tavrıyla altılı masanın cumhurbaşkanı adayına oy verdiklerinde bu sosyal sözleşmenin tarafı mı ilan edilecekler? Görülüyor ki Altılı Masanın üyeleri halkın çaresizliğinden istifade edip toplumu gönüllü olmadığı bir sözleşmenin tarafı haline getirmeye çalışıyorlar. Bu sadece başarısızlığa mahkûm değil, aynı zamanda üyelerin ağızlarından düşürmedikleri “siyasi etiğe” de aykırı bir anlayış. Mücadele etmeye çalıştığımız elitizmin de tam olarak kendisi.
Kısaca bir model önerisi yapıp yazımı noktalayacağım. Hatırlayanınız vardır, bize ilkokul derslerinde problem sorularında “verilenler ve istenenler” diye eğitim sistemimizin abuk ezberciliğinin içerisinde pırlanta gibi parlayan analitik bir iş gösterilmişti. Gelin 10 yaşımıza dönelim ve deneyelim. Verilenler: yok olmuş bir halk egemenliği, ihtiyaç duyulan bir sosyal sözleşme, genel iradede siyasal temsil krizi. İstenenler: halk egemenliğinin tesis edilmesi, yeni bir sosyal sözleşmeye toplumun gönüllü olarak taraf olması, toplumun yasamanın asli unsuru haline getirilerek temsil krizinin çözülmesi.
Çözüm: Eğer ki siz bir siyasi ittifak olarak toplumu otokrasiden alıp demokrasiye götürmeyi vaat ediyorsanız seçim öncesi işleriniz de dahil olmak üzere bu işlerin tümünü demokrasiyi tecelli ettirmek yordamıyla gerçekleştirmek zorundasınız. Dolayısıyla her kararınızı, her hareketinizi öncelikle topluma kabul ettirmeye ve bunları meşrulaştırmaya ihtiyacınız var. Bunun için en pratik çözüm, üyeler olarak şeffafça açıklanmış, ön-ön seçim haline getirilmiş bir veya birden çok kamuoyu araştırmasında Erdoğan’ı yenebildiği tespit edilen adayların tümünü ilk turda seçime sokabilmeyi sağlamak ya da bu ön-ön seçimden birinci çıkan kişiyi tek ve ortak aday yapmaktır. Böylelikle ilk turu bir ön seçime çevirerek cumhurbaşkanı adayının toplum tarafından belirlenmesini sağlayabilir ya da ön-ön seçimi doğrudan ön seçime dönüştürebilirsiniz, ilk formül daha meşru ikincisi ise daha pratiktir. Unutulmasın; yurttaşlar sizin vaatlerinize değil, iş çözme biçiminize oy verecekler. Daha sonra da 240 sayfalık bir taahhütnameyle kurnaz bankaların yaptığı gibi insanları istemedikleri sözleşmenin tarafı yapmaya çalışmayı bırakmak ve sosyal sözleşmenin asıl Meclis’te yapılması gerektiğini hatırlamaktır. Bu sebeple her siyasi partinin temel işi Meclis’teki sandalye sayısını artırmak adına siyasi faaliyette ve propagandada bulunmak, diğer siyasi partilerin tabanlarının çaresizliklerinden nemalanmayı bir köşeye bırakarak sosyal sözleşme görüşmelerine olabilecek en güçlü şekilde girmeye çalışmak olmalıdır. Tüm bunlardan sonra seçim kaybedilirse ne mi olur? O işte bizim problemimiz olur. Siz amacınıza ulaşır demokrasiyi tecelli ettirirsiniz. Aksi takdirde seçimi kazandığınızda bile bunu başaramamış olacaksınız.