Bir Ülkenin Sol Popülist Prizması

Gelin birlikte bir ülke düşünelim. Bu ülkenin tüm illerinde günlerce süren hak talepli demokratik kitle eylemleri gerçekleşmiş olsun. Bu eylemler bünyesinde her bir özgün kimlikten insan aynı gaye uğruna yan yana gelmiş, geçmişten gelen karşılıklı tahammülsüzlüklerini büyük bir özveriyle ortadan kaldırmış olsun. Çok büyük bir katılımcı demokrasi cereyanı yaratılmış olsun. Bunun da kendi söylemi, kendi görsel arşivi ve kendine has bir mizah kültürü bulunsun. Bu bir tarafa; şimdi de bu ülkede sadece bir yıl sonra bir cumhurbaşkanlığı seçimi olduğunu düşünün. Sorum şu: Siz eğer bu ülkedeki en büyük muhalefet partisinin genel başkanı olsaydınız bu bir yıl içerisinde nasıl bir yol izlerdiniz?

Paragrafta sorduğum sorunun akla yatkın ilk cevabı kanımca sol popülizm yapmak; devamında ise eylemlere de iştirak etmiş bir muhalefet lideri olarak direnişten gelen siyasal, sosyal talepleri sandığa ve devlet yönetimine taşımaya aday olduğunu beyan etmektir. Bahsettiğim hikâye size tanıdık gelmiştir, çünkü o deneyim bu ülkenin çağdaş demokrasiler liginde kendini gerçekleştirdiği en radikal demokrat iş ve geleceğe açılan bir demokrasi kapısıydı. Gezi’ydi. Ancak işin ilginci de kimileri tarafından şu anda ana muhalefet ve onun lideri Kılıçdaroğlu tarafından yapıldığı iddia edilen şey de bu, sol popülizm. Yani Kılıçdaroğlu aslen 2014’te yapması gereken şeyi bugün, 2022’de yapıyor. Üstelik bunu yeni bir proje ve kavrayış olarak topluma anlatıyor. Toplumun kendi kendine halihazırda başardığı şeyi topluma sıfırdan anlatarak liderlik yaratmaya çalışıyor. Örtük biçimde ulusalcı geleneğin kapsadığı belirsiz bir orta sınıfa seslenerek “başörtülülerle barışmak”, “Kürtleri tanımak” gibi yepyeni olduğunu iddia etiği ancak oldukça demode kalan projeleri anlatıyor. Kılıçdaroğlu’nun bunları topluma anlatmasına gerek yok, toplum zaten kendi başına bunları yıllar önce başardı, ancak bir yıl sonra iradelerini sandığa yansıtmaları gerektiğinde bu insanların gördükleri oy pusulasında o zaman Kılıçdaroğlu yoktu. Doğru zamanda sadece doğru yerde olması gereken biri, o zaman yapılanları geriden takip ediyor ve bunların tümünü bugün aday olmak için baştan anlatıyorsa o insan aday olmayı hak ediyor mudur? Hatta şu var: 2019’da muhalefete yerel seçimleri kazandıran da gerekli anlarda muhalefet içi mobilizasyonu sağlayan da işte bu eylemler silsilesinin bıraktığı konsolidasyon tecrübesi. Bunu neye mi dayandırıyorum? Oy verme davranışına, iktidarın Gezi’nin öncesinden kalan kimliksel tartışmalarını kullanarak muhalefet bloğunu bölme girişimlerinin kitlelerde hiçbir işe yaramamasına, çeşitli kimliksel blokların iktidar lehine tutum öneren kıymeti kendinden menkul liderlerine kayıtsız kalmasına bağlıyorum. ABB başkanı da İBB başkanı da koltuklarını bu konsolidasyonun kimlikleri birbirlerine alıştıran, onları birleştiren deneyimin geleceğe bıraktığı kolektif bilince borçlu olduğuna dikkat çekmek istiyorum.

Sol Popülizmi Düşünmek:

Peki ya sol popülizm deyince aslen neyi anlamak gerekiyor? Kısaca şunları masaya koymak yeterli olacaktır: Toplumun dışında kalanları toplumun merkezine taşımayı amaçlayan bir radikal demokrasi çabası, güvencesiz orta ve orta-alt sınıfların güçlendirilmesi, talepler arasında eşitlik oluşturmak ve tüm bunların temsil gücünü artırmak. Bir diğer deyişle, çoğulcu demokrasiyi kurgulayabilmek ve bunu günümüze uyarlayabilecek radikal demokrasiyi tesis edebilmek. Bunları düşünürken sol popülizmle ilgilenen hemen herkes gibi ben de Chantal Mouffe’un düşüncelerinden faydalandım.[1] Onun önermelerini ülkemizle birlikte düşünürsek ne oluşturabiliriz, buna odaklandım.

Popülizmin pejoratif anlamını da bu sebeple tartışmaya açmak isterim. Zira bir ülkede popülizm varsa bu her zaman kötü bir şey değildir. Ancak onun iyi bir şey olabilmesi için tek bir şeye ihtiyaç vardır: Popülist momentumun agonistik siyasete evriltilmesi.

Agonizm vs Antagonizm: [2]

Agonizm genellikle antagonizmle birbirlerine karıştırılır. Belirleyelim: Agonizm, hasımlar arası mücadeleden doğar. Yani, farklılıkların bir kimlik altında toplanması değil, farklılıkların açığa çıkartılarak günlük hayatın kurgulanmasını gerektirir. Antagonizma ise dost-düşman ayrımına gider ve siyaseti kilitler. Gelenekçilik, aile, ulus ve merkezi değerler kümesinin ideoloji dünyasını dayandırır. Agonizm sol popülizmin bir aracı, antagonizm ise sağ popülizmin sıkı sıkıya sarıldığı imajıdır.

Türkiye’de agonizm ve antagonizm zıtlığı içerisinde hem Erdoğan’ın siyasi zaferlerinin çözümlemesi hem de Kılıçdaroğlu’nun odağında muhalefetin başarısızlıkları saklı. Erdoğan yıllardır tahakkümcü kimlik siyaseti ile antagonizma yaparak siyaseti kilitliyor, bu yolla da iktidarına istikrar sağlıyor. Kılıçdaroğlu ise kronik bir hata yapıyor ve bu antagonizmaya karşı agonizm yaptığını düşünerek aslında o antagonizmaya kullanışlı bir araç olarak kendini dahil ediyor. Erdoğan, Kılıçdaroğlu’na çerçevesini antagonizmayla çizdiği bir oyun alanını bahşederek onu faydalandığı bir aygıta dönüştürüyor, bu şekilde de onu kolaylıkla alt ediyor.

Bu başarısızlığın dışa yansımasının bir örneği de Kılıçdaroğlu’nun “sağ-sol ayrımına inanmıyorum” demeciydi. Kılıçdaroğlu’nun çıkış noktasında aslında ilk aşamada bir sorun görünmüyor, ancak bazı temel unsurlar atlanıyor. Doğru olan şu ki sağ-sol ayrımı temelinde popülist bir bölünme değildir. Ancak atlanılan da şu ki bunlar zaten doğal bölünmelerdir. Bir diğer deyişle, bu bölünmenin Kılıçdaroğlu’nun tahayyül ettiği şekilde gerçekleşmemesi onların aslında geçerli olmadığı anlamına gelmez; başka bir düzeyde bölünmenin gerçekleştiğini, Kılıçdaroğlu’nun da o düzeyi keşfedemediğini gösterir. İşte siyaset becerisi zaten bu düzeyi keşfedebilme kapasitesidir. Çünkü geleneksel sağ-sol ayrımı sağ popülizmin gücünü azaltmakta yetersiz kalabilir. Bunun iki sebebi var: Biri, demokratik taleplerin çoğunun artık üretim ilişkilerinden kaynaklanamaması; diğeri, sağ popülizmin önerdiği katılımcı özgürleşme tahayyülünün hem günümüzün kuvvetli dijital aygıtlarının hem de iyi propagandacı siyasetçilerinin etkisiyle işçi sınıfını da rahatlıkla etkileyebilmesi. Bunun çözümü de geleneksel sağ sol ayrımına dayanmak değil, konjonktürel sağ-sol bölünmesini kurgulayıp bunu işlevselleştirmektir.

Türkiye’de Solu Konjonktürel Kurgulamak:

Sağ ve solun evrensel kategoriler olarak değil, ortaya çıkan topluma özgü belirlemelere ihtiyaç duyduğunu tartışmamız gerekiyor. Ülkemize dönelim, Türkiye’de solun yeri merkezi değerler sistemine muhalefet eden kitlelerin yeridir. Bunların arasına ben şu kriterleri koymayı öneriyorum:

  • Bürokrasinin ideolojikleşmesinin reddi,
  • Sosyal ahlakın tabular özünde sorgulanması,
  • Paternalizme bireyci, otonomist ve yurttaşçı tutumdan itiraz edilmesi,
  • Dünyanın diğer uluslarının doğal özelliklerinin rekabet bileşeni olarak görülmemesi,
  • Anadilinde eğitimin ve iletişimin bir doğal hak olarak benimsenmesi.

Muhalefet Ne Yapmıyor:

Kılıçdaroğlu sağ popülizme sol popülizm ile karşılık vermiyor, alternatif bir sağ popülizmle cevap veriyor. Dolayısıyla hegemonyanın çözülmesine reçete üretemiyor. Siyasetin yönünü yeni bir kolektif iradeye çeviremiyor, halihazırda sağ popülizmin uzun yıllardır temsil ettiği normları kendisinin de temsil edeceğini iddia ediyor, sadece. Bu da doğal olarak temsil krizini aşamamasına sebep oluyor. Hatta daha kötüsü, öbür tarafa seslenebilmek bir yana kendi tabanında dahi gittikçe kronikleşen bir temsil noksanlığı yaratıyor. Çünkü Kılıçdaroğlu sağ-sol kavramlarını yanlış tanımlıyor, hatta hiç tanımlamıyor. Bunu tanımlamadan agonizm yapmak mümkün değildir. Kılıçdaroğlu, Gramşiyen tabirle[3] “mevzi savaşı” yapamıyor.

Sonuç Yerine:

Peki seçim kazanılamaz mı? Elbette kazanılabilir, ancak seçim kazanmak için gereken temel hususları iyice çözümlemek gerekiyor. İki aşamalı ahlaki bir mücadele öneriyorum. İnsanlara onların dil ve dünyayla kurdukları ilişki üzerinden seslenilmesi gerektiğini düşünüyorum:

  • AKP’yi kayırmacılığa, bellek yıkımına, sosyal saygısızlığa ve hak ihlallerine dayanan bir immoralist örgütlenme biçimi olarak tanımlamak,
  • Yirmi yıllık sürecin bıraktığı sosyal ve iktisadi enkaza karşı bu immoralitenin kesinkes bastırılması ülküsüne dayanan yeni bir ahlaki konsolidasyon oluşturmak.

Şunu bilmeliyiz ki tüm bunları başarmadan “muktedir” olmak mümkün değildir. Ve iktidar olmak öncelikle muktedir olmayı gerektirir. Bunu da ancak siyasi bölünme inşasıyla gerçekleştirmek mümkündür. Erdoğan’ı yenmenin yolu Erdoğancılığı bitirmekten geçiyor. Bu sebeple, Türkiye’nin ihtiyacı seçim kazanmaya odaklanan bir siyasi parti değil, Gezi direnişinin gerçekleştirdiği gibi bir siyasi hareket yaratmaktır. Çünkü seçimler iki taraftan birini iktidar yapan şey değil, sokakta zaten muktedir olanı siyaseten iktidar olarak tescilleyen bir araçtır.

 


[1] Mouffe C. (2019). For a Left Populism (Paperback). Verso.

[2] Mouffe, C. (1999). Deliberative Democracy or Agonistic Pluralism? Social Research: An International Quarterly 66 (3):745-758.

[3] Gramsci A. & Marks L. F. (1957). The Modern Prince : and Other Writings. International. Retrieved October 20 2022 from http://books.google.com/books?id=ke0qP0ScqjkC.

Kağan Sarıkaya

Kağan Sarıkaya

arete E-Bülten Aboneliği

Haftalık E-Bültenimize abone olun, her pazar günü bir önceki haftanın içeriklerinden derlediğimiz mail e-posta kutunuzda olsun.